Kısır Kadın Ağlayan Bebeği Kucağına Aldı – Bebek İlk Kez Güldü!

.
.

Kısır Kadın Ağlayan Bebeği Kucağına Aldı – Bebek İlk Kez Güldü!

Anadolu’nun bereketli topraklarında, güneşin altın ışıkları tarlalara düşerken, Yılanlı köyünün hemen dışında Karadağ konağı yükseliyordu. Görkemli yapısı, iki katlı taş duvarları, geniş avlusu ve bakımlı bahçeleriyle bölgenin en zengin ailesinin ihtişamını yansıtıyordu. 1885 yılının sonbaharıydı ve o konağın koridorlarında acele adımlar yankılanıyordu. Bu adımlar, 26 yaşındaki Ayşe Hanım’a aitti. Güzelliğiyle çevredeki tüm köylerde nam salmış bir kadındı; siyah saçları, parlak ela gözleri ve zarif duruşuyla herkesin hayran olduğu bir gelin adayıydı. Ancak bu güzellik, bir lanete dönüşmüştü. Çünkü karnı üç yıldır bomboştu ve bu gerçek onu toplumun en dışına itmişti.

Ayşe, Karadağ konağına üç yıl önce İbrahim Bey’in gözde gelini olarak gelmişti. Düğünleri çevrede haftalarca konuşulmuştu; yüzlerce davetli, İstanbul’dan getirtilmiş kumaşlar ve gece yarısına kadar süren eğlenceler… Herkes onların mutlu bir yuva kuracağından emindi. Ancak hayat, bazen beklenmedik oyunlar oynar ve yıldızlar her zaman doğruyu söylemez.

İlk yıl geçti, Ayşe’nin karnında hiçbir hareket yoktu. Başlangıçta ailede endişe yoktu. Konağın yaşlı kadınları ona teselli verici sözler söylüyordu: “Sabırlı ol kızım, Allah ne zaman verecekse o zaman verir.” Ama ikinci yıl gelip geçtiğinde, teselli sözleri yerini kaygılı bakışlara bıraktı. Ayşe’ye önceden ziyarete gelen kadın dostları, artık başkalarının hamilelik hikayelerini anlatmaya başladılar. Her söz, Ayşe’nin yüreğine saplanıyordu.

Üçüncü yılın sonbaharında gerçek nihayet ortaya çıktı. İstanbul’dan özel olarak çağrılan Doktor Kemal Efendi, uzun bir muayenenin ardından oda içinde ağır bir sessizlik bıraktı. Ayşe, ipek yorgana sarılmış bir halde yatağında yatarken, İbrahim Bey sinirle odada volta atıyordu. Karar anı gelmişti. “İbrahim Bey!” dedi nihayet doktor, tıbbi aletlerini çantasına koyarken üzülerek, “Hanımefendinin durumu çocuk sahibi olmasına imkan vermiyor. Doğuştan bir rahatsızlığı var.” Kelimeler odaya düştüğünde, sanki ağır taşlar gibi yere çarptılar. İbrahim Bey dondu kaldı. Yüzündeki ifade şok, sonra inkar, ardından daha karanlık bir şeye dönüştü.

“Tamamen emin misiniz, doktor bey?” diye sordu sesi titreyerek. “Hiçbir çare yok mu?” “Maalesef hayır efendim. Bu doğuştan gelen bir durum. Hanımefendi asla size mirasçı veremeyecek.” Doktor Kemal Efendi çantasını kapattı. O kapamanın sesi, bir mahkeme kararı gibiydi. Ayşe, sanki ruhu bedeninden ayrılmış gibi hissetti. Üç yıl boyunca belki gelecek ay müjde verebilirim diye umut etmişti ama şimdi o umut rüzgarlarla birlikte uçup gitmişti. Yalnızca annelik hayali değil, dünyada sahip olduğu yeri de kaybetmişti.

İbrahim Bey’in davranışları anında değişti. Bir zamanlar kulaklarına aşk fısıldayan adam, şimdi ona sanki kırık bir vazo gibi bakıyordu; güzel ama işe yaramaz. Gece ziyaretleri durdu, konuşmaları soğuk ve resmi oldu. Ama asıl ağır darbe, kayın validesinin kızı Zeynep’in bebeğinin mevlit töreninde geldi. Konak dolup taşıyordu. Zeynep daha 19 yaşındaydı ve Ayşe’nin yapamadığını yapmayı başarmıştı. Bebek tombul ve pembe yanaklıydı. Herkes onu kucağına almak için can atıyordu. Ayşe, salonun bir köşesinde oturmuş, en güzel giysilerini giymiş ama kendini görünmez hissediyordu.

Kısır Kadın Ağlayan Bebeği Kucağına Aldı - Bebek İlk Kez Güldü! - YouTube

O an Fatma Hanım yanına geldi. “Ayşe, kızım!” dedi. Sesi yeterince yüksekti ki diğer kadınlar da duysun. “Neden bebeği kucağına almıyorsun? Belki bir mucize olur.” Kelimeler havada asılı kaldı. Tüm konuşmalar durdu. Ayşe, düzinelerce gözün kendisine dikildiğini hissetti. Bazıları acıma, bazıları merak doluydu ama hepsi onu bir numune gibi görüyordu. Yavaşça bebeğe yaklaştı. Elleri titriyordu. Bebeği kucağına aldı. Bebek sıcak ve yumuşaktı. Bir an için Ayşe, olabileceklerin hayalini kurdu ama sonra bebek, sanki onun kısırlığını hissedebiliyormuş gibi ağlamaya başladı.

O gece misafirler gittikten sonra Ayşe, odasında yalnız başına kaldı. Pencereden dışarı, konağın bahçesinin ötesindeki dağlara baktı. İbrahim Bey yine arkadaşlarıyla içmeye gitmişti. Doktorun teşhisinden biri her gece böyleydi. İşte o an, hayatını sonsuza dek değiştirecek karar verdi. Artık kendi yararsızlığının sürekli hatırlatıcısı olarak yaşayamazdı. Acıma dolu bakışlara, arkasından fısıldanan sözlere, eksik bir kadın olduğu hissine dayanamıyordu. Yalnızca birkaç eşyasını küçük bir bohçaya koydu. Birkaç giysi, anneannesinden kalan bir altın küpe ve Mekke’den getirilmiş bir tespih. Şafak sökerken Ayşe, son kez Karadağ konağından çıktı. Dağlara doğru yürüdü. Belirli bir yön yoktu, sadece kaybolmak istiyordu. Artık kendine yer olmayan bir dünyadan kaybolmak.

Bilmiyordu ki yürüdüğü yol, onu yalnızca hayatını değil, kadın ve anne olmanın gerçek anlamını değiştirecek bir karşılaşmaya götürüyordu. İki gün sonra onu buldular. Köylüler, susuzluktan bayılmış halde bir çalılığın altında yatarken buldular. Onların arasında Ömer de vardı. 30 yaşında güçlü bir köylüydü. Karısını doğumda kaybetmiş, 6 aylık oğlu Yusuf’la tek başına kalmıştı. Ama Ömer, bilmiyordu ki bu karşılaşma her ikisinin de kaderini değiştirecekti.

Anadolu güneşinin ilk ışıkları Ayşe’yi bulduğunda ardıç ağacının gölgesinde baygın yatıyordu. Dudakları susuzluktan çatlamış, ipek elbisesi yırtılmış ve toza bulanmıştı. Kaçışının izlerini taşıyordu üzerinde. At nallarının sesi onu uyandırdı. Gözlerini açtığında beş köylü adamın atlarının üzerinde kendisine baktığını gördü. Yüzlerinde merak ve şüphe vardı. Başlarındaki adam, orta yaşlı, yüzünde savaş izleri taşıyan biriydi. Yavaşça atından indi ve Ayşe’ye yaklaştı. “Bir kadın tek başına bu dağlarda ne arıyor?” diye sordu. Sesi sert ama meraklıydı. “Seni koruması gereken erkekler nerede?” Ayşe ayağa kalkmaya çalıştı ama bacakları tutmadı. Ağaca yaslandı. “Hiç kimse yok,” diye fısıldadı. Sesi kısıktı. “Yalnızım.” Kelimelerdeki yalnızlık o kadar derin ki acıya alışkın köylüler bile şaşırdılar. Lider kendini Salih olarak tanıttı. Uzun süre Ayşe’yi inceledi. Zengin bir aileden olan kadınlar tek başlarına dağlara kaçmazlardı. Ya çok kötü bir şeyden kaçıyordu ya da çok kötü bir şey başına gelmişti. “Seni köye götüreceğiz,” dedi sonunda. “Ama esir olarak değil. Köyde seni görmesi gereken biri var.” Sözleri gizemli ama tonundaki ciddiyet, bu kararın ardında daha derin bir amaç olduğunu gösteriyordu.

Köye yolculuk iki gün sürdü. Ayşe sessizce adamlardan birinin atıyla yol aldı. Çevredeki manzarayı izledi. Medeniyetten uzaklaştıkça garip bir hafiflik hissediyordu. Sanki her kilometre, onu sadece geçmişinden değil, yıllardır taşıdığı görünmez zincirlerden de uzaklaştırıyordu. Köy göründüğünde Ayşe’nin içi burkuldu. Küçük kerpiç evler, bacalardan yükselen dumanlar, bahçelerde çalışan kadınlar ve çocukların sesleri basit ama dolu bir hayat vardı burada. Karadağ konağından tamamen farklı ama içinde bir sıcaklık vardı.

İşte o an gördü. Hatice Nine, 70 yaşlarında, uzun saçlarını başörtüsüne toplamış bir kadın evinden çıkıyordu. Güçlü ve dimdikti ama gözlerinde derin bir hüzün vardı. Ayşe’nin yıllardır aynada gördüğü hüzündü bu. “Bu Hatice Nine,” diye açıkladı Salih, Ayşe’nin attan inmesine yardım ederken. “Adı sürekli çiçek anlamına gelir. Ama senin gibi o da çocuk sahibi olamadı.” Kelimeler acımasızca söylenmemişti. Sadece bir gerçekti. İki kadının paylaştığı bir gerçek. Hatice Nine yavaşça Ayşe’ye yaklaştı. Gözlerinde merak ve tanıma vardı. “Senin de gözlerinde aynı boşluk var,” dedi. Hayat veremeyen kadının boşluğu soru değildi. Bir olguydu. Ortak acının tanınmasıydı. Ayşe’nin gözlerinden yaşlar süzüldü. Yıllarca bu utancı sessizce taşımıştı. Ama burada, dağların ortasında onu tam olarak anlayan birini bulmuştu.

“Nasıl anladın?” diye fısıldadı Ayşe, gözyaşlarını silerek. “Çünkü her sabah aynada gördüğüm bakış bu,” diye cevap verdi Hatice Nine, hüzünlü bir gülümsemeyle. “Köyde çocuksuz kadın susuz nehir gibidir. Güzel olabilir ama hayatı sürdüremez. Bu yüzden ayrı yaşarım. Yetim çocuklara ve yaşlılara bakarım. Eksikliğime rağmen hizmet etmenin yolu bu.”

Sonraki günler boyunca Ayşe, köy hayatına yavaş yavaş adapte oldu. Hatice Nine rehberi ve şaşırtıcı şekilde ilk gerçek arkadaşı oldu. Birlikte deri işlediler, yemek hazırladılar ve köyün en savunmasız üyelerine baktılar. Ayşe, elle çalışmakta doğal bir yeteneği olduğunu keşfetti. Konakta öğrendiği ev becerileri köy hayatında farklı şekillerde işe yarıyordu. İki kadın bir iletişim sistemi geliştirdiler. Basit kelimeler, el işaretleri ve kelimeleri aşan bir dil. Geceleri ateşin başında oturur, geçmiş hayatlarından hikayeler anlatırlardı.

Hatice Nine, 5 yıl çocuksuz kaldıktan sonra kendisini reddeden kocasından bahsetti. Başkalarının kaybettiği çocuklara bakarak nasıl bir amaç bulduğunu anlattı. “Bizim kültürümüzde,” diye açıkladı Hatice Nine, bir gece yıldızların altında sepet örerken, bazı kadınların birinin değil, birçoğunun annesi olmak için doğduğuna inanılır. “Belki de biz farklı bir şey için yaratıldık. Henüz anlamadığımız bir şey için.”

Köydeki ikinci haftasında Ayşe, hayatını değiştirecek ağlama sesini ilk kez duydu. Yürek parçalayıcı bir sesti. Sadece açlık ya da rahatsızlıktan gelen bir ağlama değildi. Sanki varoluşsal bir umutsuzluktu. Kısa ömrünü aşan bir çaresizlik. “Bu Yusuf,” diye açıkladı Hatice Nine, Ayşe’nin tepkisini görünce kasvetli bir ifadeyle. “6 aylık annesi doğumda öldü. O zamandan beri durmadan ağlıyor. Hiçbir kadından yemek kabul etmiyor. Gün geçtikçe zayıflıyor. Sanki ölümü bekliyor.”

Ağlama devam etti. Havayı değil, ruhu delen bir sesti. Ayşe içinde garip bir dürtü hissetti. Sanki bir şey ona o çaresiz çağrıya cevap veriyordu. Açıklayamadığı bir şekilde. “Onu görebilir miyim?” diye sordu. Sonunda kendi cesaretini şaşırarak. Hatice Nine şaşkınlıkla baktı. “Ömer, babası yabancıların bebeğe yaklaşmasına izin vermiyor. Karısını kaybettikten sonra iyi değil. Acı onu çok koruyucu ve güvensiz yaptı ama ağlama sürüyordu.” Her saniye geçtikçe Ayşe içinde uyuyan bir şeyin uyandığını hissediyordu. Yıllarca kısır evliliği boyunca hiç hissetmediği bir şey. Sanki o bebek özellikle onu çağırıyordu. Mantığı ve aklı aşan görünmez bir bağla.

Sonra onu gördü. Ömer evinden çıktı. Bebeği göğsüne bastırmış, hareketleri çaresiz, yüzü uykusuzluk ve acıyla işaretlenmiş. Görkemli bir adamdı. Uzun boylu, güçlü, omuzlarına dökülen siyah saçlar ve hem zafer hem trajedi görmüş gözler. Ama Ayşe’yi en çok etkileyen, oğlunu tutuş şekliydi. Mutlak bir şefkatle, bebeğini kurtarmak için her şeyi yapabilecek bir babanın bağlılığıyla, kollarındaki bebek küçük ve kırılgandı. Bronzeni ve gece gibi siyah saçları vardı. Ama gözleri, gözlerinde bu kadar genç birinde olmaması gereken bir hüzün vardı. Sanki bir daha asla dönmeyecek annesinin yokluğunu hissedebiliyordu.

Ömer çaresizce köy içinde yürüdü. Teselli sözleri fısıldadı. Annesi ona öğrettiği ninniler söyledi. Bildiği her tekniği denedi. Ama hiçbiri işe yaramadı. Bebek ağlamaya devam etti. Kalp kıran bir yoğunlukla. İşte o an kimsenin tahmin edemeyeceği bir şey oldu. Ayşe saf içgüdüyle hareket ederek yavaşça Ömer’e yaklaştı. Köylü onu geldiğini gördü ve gözleri şüpheyle sertleşti. Ama Ayşe ellerini barış işareti olarak kaldırdı. “Lütfen,” diye fısıldadı. Sonra öğrendiği birkaç kelimeyle tekrarladı. “Lütfen denememe izin ver.” Ömer sonsuz gibi gören bir an boyunca onu inceledi. Bu zengin kadında tanımlayamadığı bir şey vardı. Çaresiz baba içgüdüsüne doğrudan konuşan bir şey. Belki gözlerindeki gerçek endişeydi ya da belki sadece tüm diğer seçeneklerini tüketmişti. Ama sonunda başını salladı. Titreyen ellerle Ayşe bebeği kollarına aldı.

Yusuf göğsüne değdiği an olağanüstü bir şey oldu. Ağlama anında durdu. Sanki biri bir vanayı kapatmış gibi. Ardından gelen sessizlik o kadar tamdı ki tüm köyün nefesini tuttuğu gibiydi. Bebek onu büyük ve meraklı gözlerle baktı. Sanki kısa ömrü boyunca aradığı bir şeyi görüyordu. Sonra orada bulunan herkesin şaşkınlığıyla gülümsedi. Küçük, çekingen ama gerçek bir gülümsemeydi. Annesinin ölümünden bu yana dudaklarında görülen ilk. Ömer dondu kaldı. Oğlunun huzurlu bir şekilde bir yabancının kollarında kıvrılmasını izledi. Haftalardır çaresizce aradığı huzuru sonunda bulmuştu. Yanaklarından gözyaşlar süzülürken ancak mucize olarak tanımlayabildiği bir şeye tanık oluyordu.

Tüm köy bu olağanüstü anı görmek için toplanmıştı. Hayret fısıltıları merkezden kenarlara dalgalar halinde yayıldı. Bazıları ilahi işaretlerden, bazıları kaderden bahsediyordu. Ama hepsi bir konuda hemfikirdi. Olağan dışı bir şey görmüşlerdi. Ayşe kollarındaki bebeğe bakıyordu. Hayatında hiç yaşamadığı bir bütünlük hissediyordu. İlk kez kucağında ağlamayan bir çocuk tutuyordu. Sanki kırık kalbinin tüm parçaları nihayet yerini buluyordu. Mucizeyi takip eden sessizlik dağlarda yankılanan herhangi bir çağrıdan daha güçlüydü.

Ayşe köylülerin ve kadınların çemberinin ortasında hareketsiz duruyordu. Yusuf’u göğsüne bastırmış, bebek haftalardır ilk kez sakin nefes alıyordu. Küçük parmakları Ayşe’nin yırtık elbisesinin kumaşına tutunuyordu. Sanki çaresizce aradığı sığınağı nihayet bulmuştu. Ömer gözlerini oğlunun önünde gelişen sahneden alamıyordu. 6 uzun ay boyunca gece gündüz oğlunu taşımıştı. Her geleneksel ilacı denemişti. Allah’a dua etmişti. Bebeğinin huzuru karşılığında sahip olduğu her şeyi sunmuştu. Ama hiçbir şey işe yaramamıştı. Oğlu tükenene kadar ağlamaya mahkum gibi görünüyordu. Ve şimdi dağlarda bir lütuf gibi ortaya çıkan bu kadın sadece dokunarak imkansızı başarmıştı. Sanki Yusuf annesinin şefkatini bu kadında bulmuştu.

Bu nasıl mümkün? diye fısıldadı Salih yavaşça yaklaşarak. Sanki ani bir hareket büyüyü bozabilirmiş gibi. En iyi annelerimiz onu teselli etmeye çalıştı. En bilge şifacılarımız günlerce çalıştı. Bir yabancı nasıl bizim yapamadığımızı başarabilir? Hatice Nine sahneyi hayranlık ve derin anlayışla izliyordu. “Belki,” dedi yumuşakça. “Allah’ın bizim anlayamadığımız planları vardır. Belki bu kadın özellikle bu çocuk için şu anda gönderilmiştir.” Köyün en yaşlı kadını 75 yaşındaki Emine kalabalığın arasından ileri çıktı. Gözleri üç neslin doğumunu ve ölümünü görmüştü. Sözünün ağırlığı vardı. En gururlu köylüler bile sessizce dinlerdi. “Uzun yıllarımda çok şey gördüm,” diye başladı. Sesi 10 yıllık deneyimin ağırlığını taşıyordu. “Ama böyle bir şeye asla tanık olmadım. Bu bebek her türlü teselliye direndi. Sanki ruhu özel bir şey arıyordu.”

Ayşe’ye yaklaştı. Gözlerini kısarak Yusuf’un rahatça kıvrıldığı şekli inceledi. “Adın ne? Uzak diyarlardan gelen kız.” Ayşe diye cevapladı o yumuşakça, çok yüksek konuşmanın nihayet huzur bulmuş bebeği uyandırabileceğinden korkarak. Ayşe Hanım, Emine’ye yavaşça başını salladı. Sanki isim, zaten şüphelendiği bir şeyi doğruluyordu. Ayşe, teselli, rahatlama, acının hafiflemesi. İsimler tesadüf değildir. Özellikle böyle anlarda. Ömer’e döndü. Hala sahneyi, sanki bir rüyaya tanık oluyormuş gibi izliyordu. “Köylü oğlun seçti. Bebekler yalan söylemez. Kim onlara iyi baktığını bilirler.” Ömer yavaşça yaklaştı. Sanki bir rüyadaymış gibi. Oğlunu bu kadar uzun geceler ağlamasından sonra huzur içinde görmek, sonsuzluk süren bir kabusun sonuydu. “Ne diyorsunuz, nine?” diye sordu. Sesi duyguyla boğulmuştu. “Diyorum ki, oğlun gerçek annesini buldu,” diye ilan etti Emine Naine, mutlak bir otoriteyle. “Onu doğuran anne Allah’ın rahmetine kavuştu. Ama bu kadın ona şimdi bir anne gibi bakıyor. Bu dünya da onu sevmesi ve büyütmesi gereken kişi.”

Sözleri köye taşlar gibi düştü. Bazı köylüler şüpheli bakışlar attı. Bir çocuğun bakımını zengin bir kadına emanet etmenin uygun olup olmadığını merak ediyorlardı. Ama köyün anneleri bilgili gözlerle izliyorlardı. Siyasi ve kültürel farkları aşan bir şeyi tanıyorlardı. Yusuf, Ayşe’nin kollarında hafifçe kıpırdadı ama ağlamak yerine sadece gözlerini açtı ve ona tam bir güvenle baktı. Sanki diyordu ki, “Seni kısa ömrüm boyunca bekliyordum.” Ayşe, yanaklarından süzülen gözyaşlarını hissetti. Yıllarca eksik bir kadın olmanın utancıyla yaşamıştı. Ama burada, onu bulana kadar her teselliye direnen bu çocuğu tutarken nihayet anladı. Belki farklı bir şeye kaderlenmişti. Hayal bile edemeyeceği kadar büyük bir şeye.

“İster misin?” diye sordu Ömer. Sesi duygularla kırılıyordu. “Onun annesi olmak ister misin? Sadece bu gece için değil, kalıcı olarak.” Kelimeler ondan çaresiz bir doğa gibi çıktı. Umutsuzluğun yerinde umut bulan bir babanın yalvarışıydı. Ayşe, kollarındaki bebeğe baktı. Sonra gözyaşlarıyla parlayan gözlere sahip Ömer’e, “Evet,” diye fısıldadı. Sonra daha güçlü tekrarladı. “Evet isterim. Şereflenirdim.” Köy, o an olağanüstü bir şeye tanık oldu. Gururlu bir köylü, zengin bir kadının önünde diz çöktü. Yenilgi işareti olarak değil, sonsuz şükran olarak. “Oğlumu kurtardın,” diye fısıldadı Ömer. Sesi kırıktı. “Bu dünyada sahip olduğum her şeyi kurtardın. Bunu nasıl ödeyebilirim?” “Bana hiçbir şey borçlu değilsin,” diye cevap verdi Ayşe. Yanına çökerek aynı seviyede olmak için. “Minnetar olan benim. İlk kez hayatımda olması gereken yerde olduğumu hissediyorum.”

Hatice Nine’ye yaklaştı. Gözleri sevinç gözyaşlarıyla parlıyordu. “Kız kardeş,” dedi Ayşe’ye o kelimeyi ilk kez kullanarak. “Amacını buldun. Kısır değildin. Seçiciydin. Gerçekten senin sevgine ihtiyaç duyan oğlu bekliyordun.” Takip eden günlerde Yusuf’un dönüşümü mucize gibiydi. Ayşe’nin bakımı altında iştahla yemeye başladı. Sakin uyudu ve yaşındaki herhangi bir sağlıklı bebek gibi gülümseyip gevezelik etti. Sanki aradığı koşulsuz sevgi, gelişme yeteneğini açmıştı.

Ayşe, köy hayatına şaşırtıcı kolaylıkla adapte oldu. Yusuf’un ihtiyacı olan geleneksel yiyecekleri hazırlamayı öğrendi. Hatice Nine’den öğrendiği ninniler söyledi. Yalnızca gerçek bir anne yorumlayabilen ihtiyaçlarının ince işaretlerini okumayı öğrendi. Ömer, bu dönüşümü şükran ve adlandırmaya cesaret edemediği daha derin bir şeyle izledi. Ayşe’nin oğluna verdiği özeni görmek, eksiklik olarak muamele gördüğü yıllardan sonra anne rolünde çiçek açışını görmek, onda karısıyla birlikte gömülü olduğunu sandığı duyguları uyandırıyordu.

Üç hafta geçmişti. Yusuf artık güçlü, mutlu bir bebekti. Köy, Ayşe’nin varlığını kabul etmeye başlamıştı. Ama kırılgan mutlulukları en acımasız şekilde test edilmek üzereydi. At nallarının sesi öğleden sonra havayı böldü. Köylüler hemen tetikte oldu. Eğitimli atlara binmiş askerlerin desenini tanıdılar. Salih, köyün kenarından koşarak geldi. İfadesi kasvetliydi. “Askerler,” diye ilan etti. “Büyük bir kafile. İyi silahlı. Doğrudan bize doğru geliyorlar. Beyaz bayrak taşıyorlar.” Ayşe, kanının donduğunu hissetti. Tam olarak bunun ne anlama geldiğini biliyordu. Birisi kaybolmasını bildirmiş olmalıydı. Onu geri götürmeye geliyorlardı. İçgüdüsel olarak Yusuf’u göğsüne bastırdı. Sanki aşkının gücüyle onu dünyadan koruyabilirmiş gibi. “Benim için geliyorlar,” diye fısıldadı. “Birisi kaybolduğumu haber vermiş olmalı. Beni geri götürmeye geliyorlar.” Ömer yavaşça ayağa kalktı. Duruşu, sevgi dolu bir babadan savaşa hazır bir adama dönüştü. “Seni Yusuf’tan ayırmalarına izin vermeyeceğim,” diye ilan etti. Tartışmayı kabul etmeyen bir sesle. “Bu ayrılığın ona ne yapacağını gördüm. Hayatta kalamaz.”

Askerler ufukta göründü. 20 adam, iyi donanımlı. Onları kumandan yüzbaşı Ahmet yönetiyordu. Adam, yıllardır bölgedeki anlaşmazlıkları yöneten biriydi. Grup köyden saygılı bir mesafede durduğunda, yüzbaşı Ahmet atından indi ve ellerini görünür şekilde tutarak ileri yürüdü. Ateşkes protokollerine saygı gösteriyordu ama gözleri köyü taradı. Tam olarak aradığını bulana kadar. “Ayşe Hanım, İbrahim Bey’in eşi,” diye seslendi. Sesi, hükümet otoritesini taşıyordu. “Kocanız İbrahim Bey’in doğrudan emriyle sizi medeniyete geri götürmek için geldim. Aileniz refahınızdan çok endişeli.”

Ayşe yavaşça ayağa kalktı. Hala Yusuf’u tutuyordu. Bebek, havadaki gerginliği hissederek huzursuzlanmaya başlamıştı. “Yüzbaşı,” diye cevap verdi. Sesi, hissettiğinden daha kararlıydı. “Zorla alınmadım. Kendi isteğimle buradayım.” “Ayşe Hanım,” diye karşılık verdi yüzbaşı, alaycı bir tonla. “Korkunç deneyiminizden sonra kafanızın karıştığını anlıyorum ama sizin konumunuzda bir hanım böyle insanlarla yaşayamaz. Yeriniz ailenizdedir.”

İşte o an Ömer öne çıktı. Ayşe’nin yanında koruyucu bir şekilde durdu. Varlığı etkileyiciydi. Sayıca fazla olmasına rağmen duruşunda hiçbir korku yoktu. “Bu kadın artık bizim köyümüzün bir parçası,” diye ilan etti. “Oğlumun annesi. Zorla alınmasına izin vermeyeceğim.” Yüzbaşı Ahmet sahneyi dikkatle inceledi. İlk kez Ayşe’nin kollarındaki bebeği fark etti. “Bu sizin oğlunuz mu, hanımefendi?” diye sordu gerçek bir şaşkınlıkla. “Evet,” diye cevap verdi Ayşe. Tereddüt etmeden. “Önemli olan her şekilde oğlum ve onu terk etmeyeceğim.”

Köyde hissedilebilir bir gerginlik yayıldı. Köylüler sessizce Ayşe, Ömer ve Yusuf’un etrafında koruyucu bir yarım daire oluşturmuşlardı. Askerler ise ellerini silahlarının yakınında tutuyordu. Tek bir yanlış kelimeyle şiddete dönüşebilecek bir andı. Ama her şeyi değiştiren Yusuf’tu. Bebek, belki gerginliği hissederek ağlamaya başladı. Ayşe’nin aylardır tanık olduğu çaresiz ağlama değildi. Teselliye ihtiyaç duyan normal bir çocuğun ağlamasıydı. Ve Ayşe onu nazikçe salladığında ve ninni söylemeye başladığında hemen sakinleşti.

Ona sanki teşekkür ediyormuş gibi gülümsedi. Yüzbaşı Ahmet bu etkileşimi şok içinde izledi. Bu kadın ile bu bebek arasındaki bağın gerçek, derin ve karşılıklı olarak gerekli olduğu açıktı. “Ayşe Hanım,” dedi sonunda. Sesi daha yumuşaktı. “Bu gerçekten sizin özgür iradeniz mi?” “Kesinlikle,” diye cevap verdi. Doğrudan gözlerinin içine bakarak, “İlk kez hayatımda kim olduğumu biliyorum. Anneyim, faydalıyım, seviliyorum. Bunu kısır olarak başarısız sayıldığım bir hayatla neden değiştirmek isteyeyim?”

Ayşe’nin sözlerini takip eden sessizlik çok derindi. Uzaktaki çalılıklar arasında fısıldayan rüzgar bile duyulabiliyordu. Yüzbaşı Ahmet, yüzünde baskı veya korku belirtileri arayarak inceledi. Ama bulduğu tek şey, zengin ailelerin utangaç ve yenilmiş kadınlarında asla görmediği sakin bir kararlılıktı. “Ayşe Hanım,” dedi sonunda bir uzlaşma iç çekerek. “Kocanız İbrahim Bey’in evlilik iptali işlemlerini başlattığını bildirmeliyim. Evi terk etmeyi ve uygunsuz davranışı iddia ediyor.” Kelimeler ceza olarak teslim edilmenin rahatsızlığıyla söylendi. Ama Ayşe’nin yüzünde beklenmedik bir gülümseme yayıldı. “İptal,” diye tekrarladı. Sonra ilk kez aylardır gerçek neşeyle güldü. “Yüzbaşı, bana verebileceğiniz en iyi haber bu. İbrahim Bey beni asla seçmediğim bir hapishaneden resmen serbest bırakıyor.”

Ömer bu tepkiyi hayranlık dolu gözlerle izledi. Oğlunu tutan kadın, sadece yeni hayatını savunma cesaretini bulmamıştı. Eski hayatının yok edilmesini bir nimet olarak kabul ediyordu. Kesin kes emin olduğu anda aşık oldu. Sadece Yusuf’un annesi olarak değil, kırık geçmişlerden doğan olağanüstü kadın olarak. Yüzbaşı Ahmet, askerleriyle bakışları değiştirdi. Açıkça bu durumun ötesindeydi. Tehlikede olan bir hanımı kurtarmaya gelmeye hazırdı. Kendi özgür iradesiyle kalan ve yeni hayatının yok edilmesini bir nimet olarak karşılayan bir kadınla müzakere etmeye değil. İşte o an Salih öne çıktı. Köy lideri olarak varlığı tartışmayı doldurdu. “Yüzbaşı,” dedi, kendi toplumunu yöneten biri tarafından kazanılan saygıyla. “Ayşe Hanım bir çocuğun hayatını kurtardı. Bizim kültürümüzde bu onu sonsuza kadar ailemizin bir parçası yapar. Zorla geri götüremezsiniz.”

Ayrıca, diye ekledi Emine Naine, yaşlı şifacı olarak öne çıkarak. “Allah’ın takdiri açıkça görülüyor. Bu kadın bu çocuğun annesi olmak için buraya geldi. Onları ayırmak günahtır. Yeye meydan okumak olur.” Yüzbaşı kendini imkansız bir durumda buldu. Açık emirleri vardı ama gerçek bir kurtarma gerektirmeyen bir durumla karşı karşıyaydı. Ayşe isteksiz değildi. Tehlikede değildi ve en önemlisi açıkça ona ihtiyaç duyan bir bebeğin bakımını üstlenmişti. “Aileniz ne olacak Ayşe Hanım?” diye bir son girişim yaptı. “Anneniz, onlar için duyduğunuz acıyı düşünmüyor musunuz?”

.