Yaşlı kadın ışıklarda şeker satıyordu… Ta ki bir milyoner inip kim olduğunu söyleyene kadar.
.

Yaşlı Kadın Işıklarda Şeker Satıyordu… Ta Ki Bir Milyoner İnip Kim Olduğunu Söyleyene Kadar
Ağustos ayının ortalarıydı ve saat tam 13:45’i gösteriyordu. İstanbul, gökyüzünde asılı kalmış gibi duran o acımasız beyaz güneşin altında bir tepsi gibi kavruluyordu. Şehrin en işlek kavşaklarından biri olan bu noktada asfalt, artık katı bir zemin olmaktan çıkmış, üzerinden yükselen şeffaf buhar dalgalarıyla titreyen akışkan ve tehlikeli bir maddeye dönüşmüştü. Egzoz dumanı, erimiş katran kokusu ve binlerce motorun yaydığı o metalik ısı, havayı solunamaz hale getiriyordu. Burası modern çağın arafıydı; ne cennete gidebilen ne de cehenneme düşebilen metal yığınlarının sıkışıp kaldığı, kornaların bir dua değil bir lanet gibi yükseldiği bir bekleme odası.
Bu metal ve duman yığının arasında gölgelerin bile sığınacak yer bulamadığı o dar şeritlerde bir kadın yürüyordu. Adı Müjgandı. 70’ini çoktan devirmişti. Bir zamanlar Boğaz’daki yalıların mermer merdivenlerinden inerken eteklerinin hışırtısı duyulan o zarif kadın, şimdi yamalı bir basma eteğin içinde dizlerindeki romatizma ağrılarıyla boğuşarak adım atmaya çalışıyordu. Sırtı, taşıdığı yükten ziyade hayatın o görünmez kırbacıyla iki büklüm olmuştu. Kolunda taşıdığı hasır sepet, onun yeni kimliğiydi. Sepetin örgülerinden bazıları kopmuş, yerlerine plastik iplerle düğümler atılmıştı. İçinde renkli kağıtlara sarılı ucuz nane şekerleri, markası belirsiz kağıt mendiller ve birkaç şişe ılık su duruyordu.
Bu sepet, kristal kadehlerde sunulan şerbetlerin, gümüş tepsilerde ikram edilen lokumların yerini almıştı. Kaderin filobertien bir ironisiydi bu. Eskiden ağızları tatlandırmak için emir veren kadın, şimdi hayatta kalmak için başkalarının ağzını tatlandırmaya muhtaçtı. Müjgan, duran trafiğin arasında bir hayalet gibi süzülüyordu. Güneş, yüzündeki derin vadilere dolmuş, alnındaki ter damlalarını birer inci tanesi gibi parlatmıştı. Ama bu inciler, gerdanlık değil, eziyetti.
.
Bir siyah cipin yanına yaklaştı. İçerideki adam telefonda bağırıyordu. Müjgan cama hafifçe vurmaya cesaret edemedi. Adamın öfkesi camdan bile hissediliyordu. Devam etti. Bir sonraki araç modifiye edilmiş bir taksiydi. Şoför sigara içiyordu. Dumanı Müjgan’ın yüzüne üfledi. Müjgan öksürdü, başını çevirdi. Gururu o dumanla birlikte boğazına kaçtı, yaktı ama ses çıkarmadı. Onun için bu trafik bir pazar yeri değildi. Bir savaş meydanıydı. Her araç, fethedilmesi gereken bir kale, her inen cam bir lütuf kapısıydı.
Tam o sırada trafik ışıkları o can sıkıcı döngüsünü tamamladı ve kavşağın en ön sırasında kırmızı ışık yandı. Araçlar birbiri ardına yığılan domino taşları gibi durdu. Fren lambalarının o agresif kırmızısı, gri asfaltı kana buladı. Bu yığılmanın ortasında diğerlerinden farklı duran bir araç belirdi. Metalik gri uzun şasili son model bir sedan. Gövdesi o kadar pürüzsüz, o kadar temizdi ki etrafındaki tozlu çamurlu araçların aksini kendi kaportasında bir ayna gibi yansıtıyordu. Krom detayları güneşin altında göz kamaştırıcı birer bıçak gibi parlıyordu.
Bu araba, bu kaotik sokağa ait değildi. O, başka bir galaksiden yanlışlıkla bu dünyaya düşmüş steril bir kapsüldü. Direksiyonunda şoförü olmayan yalnız bir adam oturuyordu. Adnan Bey, 50 yaşlarında, saçlarına düşen kırlar bile özenle tasarlanmış gibi duran, yüz hatları mermerden yontulmuşçasına donuk bir adam. Üzerindeki lacivert İtalyan kesim ceket, omuzlarına kusursuzca oturmuştu. Boynundaki kravatın düğümü Öklit geometrisini kıskandıracak kadar simetrikti. Arabanın içi dışarıdaki o vahşi dünyadan tamamen yalıtılmıştı. Çift katmanlı akustik camlar dışarıdaki korna seslerini, satıcıların bağırışlarını ve motor gürültülerini bir fısıltıya indirgemişti. İçeride sadece klimadan gelen o ince, huzur verici uğultu ve hoparlörlerden çok kısık sesle yayılan bir klasik müzik eseri duyuluyordu. Gösterge panelindeki dijital termometre dışarıdaki 38 dereceye inat içerinin sabit 21 derece olduğunu müjdeliyordu.
Adnan, deri direksiyonu nazikçe neredeyse bir piyanistin tuşlara dokunduğu gibi tutuyordu. Elleri bakımlıydı. Tırnak diplerinde kir, avuç içlerinde nasır yoktu. Sol bileğindeki İsviçre yapımı saatin tik takları onun hayatının ritmiydi. Dakik, pahalı ve duygusuz. Dikiz aynasından arkasındaki araç kuyruğuna baktı. Yüzünde belli belirsiz bir tiksinti ifadesi oluştu. Karıncalar diye düşündü Adnan. İnsanların bu telaşını, bu ter kokulu mücadelesini anlamıyordu. Daha doğrusu anlamayı reddediyordu. Yıllar önce o da o karıncalardan biriydi. Bahçıvan babasının nasırlı ellerinden tutarak yürüdüğü o toprak yolları yırtık ayakkabılarını hatırlıyordu. Ama o hatıraları zihninin en karanlık mahsenine kilitlemiş, üzerine de paradan ve başarıdan kalın duvarlar örmüştü. Şimdi o mahsenin kapısını kimse açamazdı.
Işık sayacına baktı. 88 saniye sonsuzluk gibi gelen bir süre Adnan yan koltuktaki deri çantasına uzandı. Tabletini kontrol etmek istedi ama vazgeçti. Başını cama çevirdi. Koyu renkli cam filminin arkasından dışarıyı izlemeye başladı. Bu film onu sadece güneşten değil dışarıdaki sefaletin göz temasından da koruyordu. O içeriden her şeyi görüyor ama dışarıdan kimse onun ruhundaki boşluğu göremiyordu. Gözleri araçların arasında dolaşan o yaşlı kadına takıldı. Müjgan, iki araç öndeydi. Bir kamyonetin yanındaydı. Adnan, kadının yürüyüşünü izledi. Flober’in detaycılığıyla inceledi onu. Kadının eteğinin ucundaki çamur lekesini gördü. Ayakkabısının topuğunun yana basışını gördü. Sepeti tutan elindeki damarları güneşin altında parşömen kağıdı gibi incelmiş o deriyi gördü.
Neden? diye sordu kendi kendine sesi çıkmadan. “Neden evinde oturmuyor? Bu sıcakta bu egzoz dumanının içinde ne arıyor?” Adnan için yoksulluk bir istatistikti. Bir başarısızlık göstergesiydi. O kadının bir hikayesi, bir geçmişi, bir zamanlar sevdiği ve sevildiği gerçeği Adnan’ın analitik zihninde yer bulamıyordu. O sadece trafiği aksatan bir unsurdu. Müjgan, kamyonet şoföründen azar işitince irkildi, geri çekildi. Dengesini kaybeder gibi oldu ama düşmedi. Sepetini göğsüne bastırdı. Sanki o sepet onu hayata bağlayan tek halattı. Sonra yavaşça arkasını döndü ve sıradaki araca, o gri, parlak, ulaşılmaz kaleye doğru yürümeye başladı.
Adnan, kadının kendisine doğru gelişini izledi. Aralarındaki mesafe azaldıkça Adnan’ın midesinde garip, tanımsız bir kasılma oldu. Bu acıma değildi. Bu korku da değildi. Bu unutulmuş bir şeyin tozlu bir sandıktan çıkan eski bir kokunun, menekşe kokusunun burnuna çalınması gibi rahatsız edici bir aşinalıktı. Müjgan, gri Seda’nın yanına geldi. Cam o kadar koyuydu ki içeride kimin olduğunu göremedi. Sadece kendi yorgun, terli, yaşlı yüzünü gördü. O siyah camda. Kendi aksine baktı Müjgan. Bir zamanlar İstanbul’un en güzel kadınlarından biri olan o yüze. Şimdi o yüzde sadece asfaltın griliği ve güneşin sarısı vardı. Titreyen elini kaldırdı. Kemikli parmaklarının eklemleriyle cama vurdu. Tık tık. Bu ses Adnan’ın steril dünyasına inen ilk balyoz darbesiydi. Ses yalıtımı bile bu sesi kesememişti. Çünkü bu ses camdan değil vicdandan geliyordu.
Işık sayacına baktı. 45 saniye karar vermeliydi. Ya gaza basıp gidecek o menekşe kokusunu egzoz dumanına boğacaktı ya da o camı indirip o acı gerçekle nefes alacaktı. Adnan titreyen parmağını cam açma düğmesine götürdü. O küçük plastik düğme hayatının en ağır yükü gibi geldi parmağına bastı. Elektrikli cam pürüzsüzce aşağı inmeye başladı. İçerideki o yapay, şartlandırılmış pahalı Alp dağları serinliği dışarıdaki İstanbul sıcağıyla buluştuğunda görünmez bir girdap oluştu. Adnan, yüzüne çarpan hava sadece sıcak değildi. O hava yüklüydü. Egzoz gazı, erimiş asfalt, yanık debriyaj balatası ve en baskın olanı ter ve toz kokusu. Bu koku Adnan’ın ciğerlerine dolduğunda midesindeki o düğüm daha da sıkılaştı. O steril fanus kırılmıştı. Müjgan camın açıldığını görünce yılların getirdiği o şartlı refleksle hemen hareketlendi. Vücudu romatizmalara rağmen bir otomat gibi tepki verdi. Satış yapma ihtimali acısını bir anlığına uyuşturdu. Sepetini hafifçe kaldırdı. İçindeki o ucuz jelatinli şekerlerden birini seçti. Bu hareketinde bile o eski soylu günlerinden kalma farkında olmadığı bir zarafet kırıntısı vardı. Şekeri tutuşu bir sadaka ister gibi değil, bir ikram sunar gibiydi. “Al beyim.” dedi Müjgan. Sesi camın arkasındayken duyulan o boğuk ses değildi artık. Çıplak, pürüzlü, yorgun ve gerçek bir sesti. Boğazı kurumuştu. “Taze, naneli, serinletir. Bereket versin.”
Müjgan’ın eli arabanın içine doğru o yasak sınıra doğru uzandı. Adnan o ele baktı. Arabanın bej rengi deri döşemeleriyle Müjgan’ın güneşten kararmış damarlı eli arasındaki kontrast, Flober’in tasvir edebileceği en acımasız tabloydu. Zenginlik ve sefalet 5 cm’lik bir mesafede birbirine değmeden duruyordu. Adnan şekeri almadı. Gözlerini Müjgan’ın yüzüne dikti. O mesafeden kadının yüzündeki her detayı görebiliyordu. Çenesinin altındaki ince titremeyi, boynundaki o derin çizgilerin arasına dolan teri, göz kenarlarındaki kaz ayaklarını ama en çok da gözlerini. O Ela gözler şimdi Adnan’a bir yabancıya bakar gibi bakıyordu. Tanıdık bir parıltı yoktu. Sadece umut ve korku karışımı o mat ifade vardı. Müjgan karşısındaki adam da Bahçıvan’ın oğlu Adnan’ı görmüyordu. Sadece gri bir arabanın içindeki muhtemelen şekeri alıp almayacağı meçhul olan zengin bir yabancıyı görüyordu. Zaman Adnan’ı cilalamış, değiştirmiş, tanınmaz hale getirmişti. Adnan yutkundu. Boğazındaki o acı tat kelimelere dönüşmek için zorladı. “Müjgan hanım,” dedi. “Bu iki kelime o gürültülü kavşakta kornaların ve motor seslerinin arasında asılı kaldı. Sesi fısıltı gibiydi ama etkisi bir gök gürültüsü kadar şiddetli oldu. Müjgan’ın eli havada dondu. Uzattığı şeker parmaklarının arasında titredi. Vücudu görünmez bir elektrik akımına kapılmış gibi kasıldı. O isim Müjgan Hanım. Bu isim bu kavşağa ait değildi. Bu isim yalıların, davetlerin, kristal avizelerin dünyasına aitti. Burada bu asfaltın üzerinde ona teyze, abla, satıcı ya da en fazla hey derlerdi. Hanım eki onun üzerinden düşeli yıllar olmuştu. O ek onun için artık bir unvan değil, kayıp bir uzuv gibi sızlayan bir hatıraydı.
Müjgan yavaşça başını kaldırdı ve Adnan’ın gözlerinin içine baktı. Göz bebekleri büyüdü. Bir anlığına o mat perde kalktı ve arkasından korkunç bir panik dalgası geçti. Tanınmak bu sefaletin içinde, bu düşmüşlüğün ortasında eski bir tanıdık tarafından görülmek. Bu Müjgan için açlıktan, susuzluktan ya da ölümden daha korkunçtu. Gururu onun son kalesiydi ve şimdi o kale kuşatılmıştı. Flober’in karakterlerinin o trajik inkar mekanizması devreye girdi. Gerçek kabul edilemeyecek kadar acı verici olduğunda zihin onu reddederdi. Müjgan elini hızla geri çekti. Sanki Adnan’ın bakışları elini yakmıştı. Başını iki yana salladı. Gözlerini kaçırdı. “Benzettiniz beyim.” dedi. Sesi çatallıydı. Nefes nefeseydi. “Karıştırdınız. Ben ben Müjgan değilim.” Yalan söylüyordu. Ama bu bir sahtekarın yalanı değil. Onurunu korumaya çalışan bir kazaedenin çırpınışıydı. Adnan bu inkarı gördü. Müjgan’ın boynundaki o ince damarın nasıl attığını gördü. “Sizsiniz.” dedi Adnan ısrarla. Sesinde bir suçlama değil, derin bir keder vardı. “Gözleriniz, sizi nasıl tanımam?” Ben Adnan, Bahçıvan Yakup’un oğlu. Bu detay Müjgan’ın savunma duvarında bir gedik açtı. Yakup, dudaklarından dökülen bu isim onu sendeletti. Sepetini göğsüne daha sıkı bastırdı. Geriye doğru bir adım attı. “Hayır,” dedi Müjgan. Kendi kendine konuşur gibi. “Hayır, hayır. Tanınmak istemiyordu. Özellikle de Bahçıvan’ın oğlu tarafından bir zamanlar burs verdiği, başını okşadığı, temiz elleri olsun dediği o çocuğun şimdi bu lüksün içinde, kendisinin ise bu pisliğin içinde olması. Bu tezat onun taşıyamayacağı kadar ağırdı. Bu onun başarısızlığının, düşüşünün somut bir kanıtıydı. Müjgan Adnan’a bakmadı, bakamazdı. Utanç, yüzünü yakıyordu, arkasını döndü. Trafik hala duruyordu ama o kaçmak istiyordu. Araçların arasına, egzoz dumanlarının yoğunluğuna, anonim kalabileceği o kaosa sığınmak istiyordu. “Bekleyin,” diye seslendi Adnan arabanın içinden. Ama Müjgan durmadı. Aksine o yaşlı, ağrıyan bacaklarını zorlayarak hızlandı. Adnan, dikiz aynasından kadının uzaklaşmaya çalışmasını izledi. Omuzları çökmüş, sepeti yana yatmış, kaçan bir kadın. Flober’in Emma Bowarisinin borçlularından kaçışı gibi Müjgan da kendi geçmişinden kaçıyordu. Adnan’ın arabasının içi, o açık camdan giren tozla ve gerçekle dolmuştu. O menekşe kokusu artık tamamen yok olmuştu. Yerini acı, kuru ve geniz yakan bir pişmanlık kokusu almıştı. Işık sayacına baktı. 15 saniye. Hala kırmızıydı. Önündeki araçlar hareketsizdi. Adnan direksiyonu sıktı. Parmak boğumları beyazladı. Ne yapacaktı? Camı kapatıp klimayı açıp müziğin sesini yükseltip bu anı bir halüsinasyon olarak mı kabul edecekti? Bu en kolayıydı. Bu Adnan Bey’in yapacağı şeydi. Ama o an içindeki o küçük çocuk, o çamurlu elleriyle piyanonun başında duran çocuk Adnan’ın ruhunu dürttü. O kadın sana hayatını verdi, dedi içindeki ses. Sen ona sırtını mı döneceksin? Müjgan, yanındaki şeritteki bir kamyonetin arkasına doğru sendeliyordu. Adnan, kadının düşmek üzere olduğunu hissetti. Bacakları titriyordu. Sıcak çarpması, açlık ve o ani şok Müjgan’ın direncini kırmıştı. Adnan ani bir kararla emniyet kemerini çözdü. Tok’ın çıkardığı tık sesi, bir silahın emniyetinin açılması gibi yankılandı. Kapı koluna uzandı. Arkadaki araçlar, ışığın değişmek üzere olduğunu bildikleri için sabırsızca kornaya basmaya başlamışlardı bile. Düt düt. Adnan umursamadı. Bu korna sesleri, onun vicdanının çığlıkları yanında bir hiçti. Kapıyı itti. Sıcak hava ve gürültü, bir tsunami gibi üzerine yıkıldı. Ama Adnan inmeye kararlıydı. Çünkü o camın arkasında kalmak artık yaşamak değil, sadece nefes almaktı. Adnan kapıyı itip dışarı adımını attığında İstanbul trafiğinin o boğucu kakofonik gerçekliği bir balyoz gibi üzerine indi. Arabanın içindeki o filtrelenmiş Mozart eşliğindeki huzur, saniyenin 11’i kadar kısa bir sürede buharlaşıp gitti. Yerini yüzüne çarpan sıcak bir rüzgar, genzini yakan egzoz dumanı ve kulak zarlarını zorlayan o bitmek bilmez korna senfonisi aldı. Adnan asfaltın üzerine bastı. Ayağındaki el yapımı, İtalyan derisi ayakkabılar, o kirli, yağlı ve erimiş zemine değdiğinde Adnan bir anlığına irkildi. Sanki başka bir gezegene ayak basmıştı. Bu zemin, onun ofisindeki yumuşak halılara ya da yalısındaki parkelere benzemiyordu. Bu zemin, hayatın en sert, en acımasız yüzüydü. Doğruldu. Lacivert takım elbisesi, güneşin altında kusursuz bir zırh gibi parlıyordu. Kol düğmeleri, saati, kravat iğnesi, her biri bu sefalet ortamında göze batan rahatsız edici birer lüks abidesiydi. Arkasındaki araçlar çıldırmış gibiydi. Yeşil ışık yanmak üzereydi ama önlerindeki bu lüks araba yolu tıkıyordu. “Yürü sene kardeşim,” diye bağırdı bir taksici camdan sark
News
Inspector ने गरीब समझकर किया अपमान ! अगले दिन खुला राज— वही निकला करोड़पति 😱 फिर जो हुआ…
Inspector ने गरीब समझकर किया अपमान ! अगले दिन खुला राज— वही निकला करोड़पति 😱 फिर जो हुआ… . ….
रातों रात बदल गई जिंदगी। जब बीवी ने दिया धोखा तब हाथ में लगा करोड़ों का खजाना
रातों रात बदल गई जिंदगी। जब बीवी ने दिया धोखा तब हाथ में लगा करोड़ों का खजाना . . अर्जुन…
मैं SP थी, भेष बदलकर निकली, थाने का भ्रष्ट इंस्पेक्टर मुझसे छेड़खानी की, फिर जो हुआ सिस्टम हिल गया
मैं SP थी, भेष बदलकर निकली, थाने का भ्रष्ट इंस्पेक्टर मुझसे छेड़खानी की, फिर जो हुआ सिस्टम हिल गया ….
“सबने उसे आम कचरा चुनने वाली समझा, लेकिन सच पता चलते ही सबके होश उड़ गए वह लड़की गुप्त इंटेल निकली”
“सबने उसे आम कचरा चुनने वाली समझा, लेकिन सच पता चलते ही सबके होश उड़ गए वह लड़की गुप्त इंटेल…
सफाई वाले लड़के ने कहा: “साहब, मुझे बस एक मौका दीजिये”… उसने मशीन ठीक की और सब सन्न रह गए!
सफाई वाले लड़के ने कहा: “साहब, मुझे बस एक मौका दीजिये”… उसने मशीन ठीक की और सब सन्न रह गए!…
Polis memurları bekar babayla alay ettiler… ta ki kimliğini görene kadar.
Polis memurları bekar babayla alay ettiler… ta ki kimliğini görene kadar. . Bekar Baba ve Kimliği Bölüm 1: Hayatın Zorluklarıyla…
End of content
No more pages to load






