“Parkta oynamak için bir baba istiyorum” dedi fakir kız yabancıya, o bir milyonerdi…

.
.

Parkta Oynamak İçin Bir Baba İstiyorum

İstanbul’un gökdelenlerinde hayat, her gün aynı hızla akıp gidiyordu. Ahmet Yılmaz, şehrin en büyük holdinglerinden birinin sahibi, iş dünyasında başarılarıyla tanınan bir adamdı. Fakat sekiz ay önce eşini bir trafik kazasında kaybettiğinden beri, hayatı renklerini kaybetmiş, otomatiğe bağlanmıştı. Her gün sabah beşte uyanıyor, takım elbisesini giyiyor, toplantıdan toplantıya koşuyor ama hiçbir şey ona anlam vermiyordu. Artık yaşamak için bir sebebi yoktu.

Bir gün, yoğun iş temposundan bunaldığı bir anda, şoförü Mustafa’ya “Bugün farklı bir yere gitmek istiyorum. Beni İstanbul’un sıradan bir mahallesine götür,” dedi. Mustafa şaşırsa da, onu Bağcılar’daki küçük bir parka bıraktı. Ahmet, lüks arabasından inip parkın içine doğru yürüdü. Parkta oynayan çocuklar, sohbet eden kadınlar, yaşlıların domino oynadığı bir masa… Her şey ona yabancı ama bir o kadar da sıcak geldi.

Bir bankta, eski bir oyuncak bebekle oynayan altı yaşlarında bir kız çocuğu dikkatini çekti. Kız, yalnızdı ve gözlerinde derin bir hüzün vardı. Ahmet, kendini onun yanına otururken buldu. Kız, cesurca başını kaldırıp ona sordu:
“Amca, benimle parkta oynamak isteyen bir baba tanıyor musun?”

Ahmet bu soruyla sarsıldı. Yıllarca milyon dolarlık anlaşmalar yapmış, büyük kararlar almıştı ama hiç bu kadar hazırlıksız yakalanmamıştı. Kızın adı Ayşe’ydi. Anne ve babası yoktu; ona Fatma teyze bakıyordu. Ayşe, parkta oynayan diğer çocukları izliyor, onların babalarıyla geçirdiği mutlu anları hayal ediyordu.

Ahmet, Ayşe’nin saf ve içten isteğine kayıtsız kalamadı. O gün birlikte salıncağa bindiler, saklambaç oynadılar, parkın köşelerinde kahkahalar attılar. Ahmet, uzun zamandır hissetmediği bir hafiflik ve mutluluk hissetti. Ayşe ona, “Yarın da gelir misin?” diye sorduğunda, Ahmet ona gerçek bir söz verdi: “Deneyeceğim, Ayşe. Söz veriyorum.”

O gece Ahmet, lüks apartmanında ilk kez huzurlu bir şekilde uyudu. Ertesi gün tüm iş randevularını iptal etti ve yine parkta Ayşe’yle buluştu. Birlikte tahterevalliye bindiler, sohbet ettiler. Ayşe ona hayatı, hayalleri, korkuları hakkında sorular sordu. Ahmet, Ayşe’nin merakına ve hayal gücüne hayran kaldı.

Günler geçtikçe Ahmet’in hayatı değişmeye başladı. Ayşe ile geçirdiği her an ona yeni bir anlam, yeni bir umut veriyordu. Bir gün Ayşe’ye, “Seni özel bir yere götürmek istiyorum. Luna Park’a,” dedi. Fatma teyze izin verdiğinde, Ayşe’nin sevincine diyecek yoktu.

Luna Park’ta o gün bir mucize yaşandı. Ayşe, ilk kez roller coaster’a bindi, dondurma yedi, havuzda yüzdü. Ahmet, onun her kahkahasında, her heyecanında, kendi içindeki kayıp çocuğu buldu. Akşam eve dönerken Ayşe, “Başka bir gün tekrar gelebilir miyiz?” diye sordu. Ahmet, “Tabii ki, prenses. Söz,” dedi.

Ayşe’nin hayatında bir baba figürü, Ahmet’in hayatında ise bir kız çocuğu eksikti. İkisi de birbirinin boşluğunu doldurdu. Ahmet, evlat edinme sürecini başlatmaya karar verdi. Avukatıyla görüştü, psikolojik değerlendirmelere katıldı, Ayşe ile olan bağını kanıtlamak için sabırla tüm prosedürleri yerine getirdi.

Bu süreçte Ayşe’nin okuldaki öğretmeni Canan, Ahmet’e bir gün şöyle dedi:
“Ayşe, sizin onu bir gün bırakacağınızdan korkuyor. Okuldaki bazı çocuklar evlat edinilmek istenip sonra vazgeçildiğini gördü.”

Ahmet, o gece Ayşe’nin ellerini tutup ona söz verdi:
“Dünyada hiçbir şey senden vazgeçmemi sağlayamaz. Sen benim kızımsın, sonsuza dek.”

Ayşe güldü, “Baba, seni çok seviyorum,” dedi.

Aylar süren bürokratik işlemlerden sonra, hakim Ayla Hanım’ın karşısına çıktılar. Hakim, ikisinin arasındaki bağı görünce kararını verdi:
“Bu evlat edinmenin çocuğun en iyi menfaatine olduğuna ikna oldum. Talebi onaylıyorum.”

O gün Ayşe, artık Ahmet’in resmi kızı oldu. Adı Ayşe Yılmaz’dı. Eve döndüklerinde küçük bir kutlama yaptılar. Fatma teyze, Ahmet’in evinde kahya olarak çalışmaya başladı. Ayşe için artık gerçek bir aile vardı; bir baba, bir anneanne ve sevgi dolu bir yuva.

İki yıl geçti. Ayşe büyüdü, okulda başarılar kazandı, gitar çalmayı öğrendi. Ahmet, iş hayatında daha dengeli, daha mutlu bir adam oldu. Hafta sonları Ayşe ile gezilere çıkıyor, akşamları ona hikayeler okuyor, okulda veli toplantılarına katılıyor, onunla gurur duyuyordu.

Bir gün Ayşe, Ahmet’e yıllar önce yaptığı bir resmi gösterdi. Resimde takım elbiseli bir adam ve küçük bir kız el ele tutuşuyordu.
“Baba, bu resmi seni tanımadan önce çizmiştim. Hayal ailem buydu. Senin geleceğini biliyordum.”

Ahmet gözyaşlarını tutamadı. O parkta tesadüfen bulduğu küçük bir kız, ona hayatın gerçek anlamını, sevginin gücünü, bir aile olmanın mucizesini öğretmişti.

İki yıl sonra, Ayşe ve Ahmet, tanıştıkları parka tekrar gittiler. O gün, başka bir yalnız kız çocuğu bankta oturuyordu. Ayşe, ona yaklaşıp elini tuttu.
“Bizimle oynamak ister misin?” dedi.

Ahmet, kızının sevgisinin ve şefkatinin, kendi hayatında başlattığı mucizenin şimdi başka bir çocuğa dokunduğunu gördü. Gerçek sevgi, bölündükçe çoğalıyordu. O gün, bir aile olmanın, bir çocuğun hayalini gerçekleştirmenin, bir adamın kalbini iyileştirmenin ne demek olduğunu bir kez daha anladı.

Ve Ahmet, Ayşe’ye sarılırken fısıldadı:
“Sen bana bir aile verdin. Ben sana gülümsemek için bir neden verdim. Hayatımın en iyi anlaşmasıydı.”

Her gün, her oyunda, her gerçek sözde, Ayşe’nin babası olmaya devam etti. Ve mucizelerin en beklenmedik anda, en sıradan bir parkta, bir çocuğun hayaliyle başladığını biliyordu.

.
Videoyu izleyin: