Milyonerin Kızı Dilsizdi, Ta Ki Gizemli Bir Sıvı İçince İmkansız Gerçekleşti

.
.

Milyonerin Kızı Dilsizdi, Ta Ki Gizemli Bir Sıvı İçince İmkansız Gerçekleşti

İstanbul’un kalbi Beyoğlu’nda yükselen Karaköy Towers’ın en üst katında, şehrin nefes kesici manzarasına bakan geniş pencerelerin arkasında 12 yaşındaki Zeynep, sabahın ilk ışıklarıyla gözlerini açtı. Dışarıda martıların çığlıkları yankılanırken, o her zamanki sessizliğinde yatağının kenarına oturdu ve ellerini dizlerine koydu. Güneş, Galata Kulesi’nin tepesinden süzülürken, altın saçları omuzlarına dökülen bu küçük kız, dünyaya hiçbir ses çıkaramayan dudaklarıyla sadece nefes alabiliyordu.

Doğduğu günden bu yana Zeynep’in sesi yoktu ve bu durum ailesinin hayatını tamamen değiştirmişti. Odanın kapısı hafifçe açıldı ve içeri Fatma teyze girdi. Elinde Zeynep’in en sevdiği çay bardağı ve yanında taze pişirdiği börek kokusu vardı. 60 yaşındaki bu güleryüzlü kadın, Zeynep’in doğumundan beri onun yanında olan tek kişiydi ve onunla iletişim kurmayı mükemmel öğrenmişti.

“Günaydın canım.” dedi. Fatma teyze, Zeynep’in alnından öptükten sonra, Zeynep gülümsedi ve ellerini kalbinin üzerine koyarak teşekkür işareti yaptı. Sonra da Fatma teyzenin yanaklarını okşadı. Bu basit hareket, aralarındaki sevginin ne kadar derin olduğunu gösteriyordu. Zeynep’in babası Mehmet Aslan, Türkiye’nin en büyük tekstil şirketlerinden Aslan Holding’in sahibiydi. 45 yaşındaki bu yakışıklı iş adamı, dünyada sahip olduğu her şeyi kızının bir kez olsun konuşabilmesi için vermeye hazırdı.

Sabahları erken kalkıp şirketine gitmeden önce mutlaka kızıyla kahvaltı ederdi ve her seferinde onun gözlerinde umudun sönmediğini görmeye çalışırdı. Bu sabah da her zamanki gibi yemek odasına geldiğinde Zeynep, pencere kenarındaki koltuğunda oturmuş dışarıyı izliyordu. Mehmet Bey yaklaştı ve kızının omuzuna dokundu. Zeynep başını çevirdi ve babasına sevgiyle baktı. Sonra da onun yanındaki sandalyeyi işaret etti. Kahvaltı masası, Fatma teyzenin özenle hazırladığı nefis yemeklerle doluydu. Kaymak, bal, beyaz peynir, domates, salatalık, kızarmış ekmek ve tabii ki her Türk evinde olmazsa olmaz olan çay.

Mehmet Bey, kızının tabağını doldururken içini bir hüzün kapladı. Zeynep her lokmasını sessizce çiğniyor, bazen babasına gülümseyerek teşekkür işareti yapıyordu. Ama Mehmet Bey, onun “afiyet olsun” demesini, “çok lezzetli” demesini ya da sadece “baba” diye seslenişini duymayı o kadar çok istiyordu ki bazen geceleri yalnızken ağlıyordu. Zeynep’in annesi Ayşe Hanım, kızı 3 yaşındayken geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetmişti. O zamanlar Zeynep’in dilsizliği henüz tam olarak anlaşılmamıştı ve Ayşe Hanım, kızının ilk kelimelerini duyma hayali kuruyordu.

Mehmet Bey, eşini kaybettikten sonra kızına hem annelik hem de babalık yapmaya çalışıyor, onun için dünyanın en iyi doktorlarını arıyordu. Şimdiye kadar Amerika’dan, Almanya’dan, İsviçre’den onlarca uzman getirtmiş, en modern hastanelerde sayısız test yaptırmış, geleneksel hekimlere bile başvurmuştu.

Kahvaltıdan sonra Zeynep, özel öğretmeni Sevgi Hanım’la derslerine başladı. Üçüncü kattaki geniş çalışma odasında kitaplar, resim malzemeleri ve öğrenme oyuncakları vardı. Sevgi Hanım işaret diliyle Zeynep’e matematik, tarih ve edebiyat öğretiyordu. Zeynep son derece zeki bir çocuktu ve öğrendiklerini anında kavrayabiliyordu. Sadece sesini çıkaramıyordu. Derse başlarken Sevgi Hanım ona, “Bugün Osmanlı tarihini öğreneceğiz.” diye işaret etti. Zeynep heyecanla başını salladı ve defter kalemini aldı. Her zaman olduğu gibi öğrendiklerini yazarak ifade ediyordu.

Öğle vakti geldiğinde Mehmet Bey şirketten aradı. Fatma teyze telefonu açtı ve sonra Zeynep’e uzattı. Zeynep telefonun diğer ucundaki babasının sesini dinlerken yüzü aydınlandı. “Canım kızım, bugün hava çok güzel. Akşam beraber Taksim’e yürüyüşe çıkalım mı?” dedi Mehmet Bey. Zeynep telefona “evet” anlamında öpücük sesi göndermeye çalıştı. Ama tabii ki ses çıkmadı. Bunun yerine telefonu öperek sevgisini gösterdi. Mehmet Bey, kızının bu hareketini her seferinde anlıyor ve yüreği hem sevinç hem acıyla doluyordu.

Akşam saatleri yaklaştığında Zeynep en güzel elbisesini giydi. Pembe rengindeki bu elbise, annesinin en sevdiği renkti ve Zeynep özel günlerde onu giymeyi tercih ediyordu. Saçlarını fırçalarken aynada kendini izledi ve dudaklarını hareket ettirmeye çalıştı. Belki bugün farklı olacaktı. Belki bugün bir ses çıkacaktı dudaklarından. Ama her seferinde olduğu gibi sadece sessizlik vardı. Yine de umudunu kaybetmiyordu. Çünkü babası ona hep, “Mucizeler gerçektir.” derdi.

Mehmet Bey akşam eve geldiğinde yorgunluktan bitkin düşmüştü. Aslan Holding’de önemli bir toplantı vardı ve yeni sezon için Avrupa’dan kumaş siparişleri alınıyordu. Ama kızını görür görmez tüm yorgunluğu üzerinden kalktı. Zeynep koşarak yanına geldi ve ona sarıldı. Mehmet Bey onu kaldırıp havaya fırlattı ve Zeynep sessizce gülümsedi. Bu anlar, Mehmet Bey’in hayatta en değer verdiği zamanlardı. “Hadi bakalım prensesim, Taksim’e yürüyüşe çıkalım.” dedi Mehmet Bey, kızının elini tutarak. Dışarı çıkmadan önce Fatma teyze onlara dikkatli olun diye seslendi ve Zeynep’in çantasına su şişesi, mendil ve küçük bir not defteri koydu. Zeynep bazen iletişim kurmak için not yazardı ve bu defter hep yanındaydı.

Asansörle alta indiklerinde kapıcı Hüseyin amca onları güler yüzle karşıladı. “Zeynep Hanım, akşam yürüyüşüne mi çıkıyorsunuz?” diye sordu. Zeynep ona el salladı ve gülümsedi. İstiklal Caddesi’ne doğru yürürlerken şehrin akşam ışıkları yanmaya başlamıştı. Mehmet Bey, kızının elini sıkıca tutuyordu. Çünkü kalabalıkta kaybolmasından korkuyordu. Zeynep etrafındaki sesleri dinliyor, insanların konuşmalarını izliyor, satıcıların bağırışlarını duyuyordu. Bazen dudaklarını hareket ettiriyor, sanki o da konuşuyormuş gibi davranıyordu.

Bir pasta dükkanının önünden geçerken içindeki renkli kekler dikkatini çekti. Mehmet Bey, kızının bakışlarını fark etti ve “İster misin canım?” diye sordu. Zeynep başını salladı ve içeri girdiler. Dükkan sahibi yaşlı bir amca onları tanıdı. Çünkü bu semtte Mehmet Bey oldukça bilinir. “Hoş geldiniz Mehmet Bey, Zeynep Hanım ne alacak bakalım?” dedi güleryüzle. Zeynep vitrine bakıp çikolatalı bir pasta işaret etti. Amca pastayı özenle paketlerken Zeynep ona teşekkür işareti yaptı. “Ne kadar tatlı bir kız.” dedi amca. “Maşallah, çok da güzel büyüyor.” Mehmet Bey gururla gülümsedi ama içinde hep o eksiklik hissi vardı.

Taksim meydanına vardıklarında akşam saatleri olmasına rağmen kalabalık vardı. Turistler, gençler, aileler ve sokak satıcıları meydanı doldurmuştu. Mehmet Bey, kızıyla birlikte Cumhuriyet Anıtı’nın etrafında yürürken Zeynep her şeyi merak dolu gözlerle izliyordu. Bir grup müzisyen türkü söylüyordu ve insanlar etraflarında toplanmıştı. Zeynep, babasının elini çekti ve müzisyenlerin yanına gitmek istediğini belirtti. Yaklaştıklarında bu akşam “Ölürüm Türkiyem” türküsü çalınıyordu ve bazı insanlar da birlikte söylüyordu. Zeynep müzisyenleri izlerken dudaklarını hareket ettirmeye başladı. Türkünün sözlerini biliyordu. Çünkü evde bu şarkıları sık sık dinlerlerdi ama ses çıkmıyordu. Mehmet Bey, kızının çabasını görünce yüreği sızladı. “Bir gün sen de söyleyeceksin canım.” diye düşündü ve kızının omzunu okşadı.

Zeynep ona baktı ve gülümseyerek başını babasının omzuna dayadı. Bu an, onlar için çok özeldi. Çünkü müzik aralarındaki bağı güçlendiriyordu. Meydanda dolaşırken Zeynep’in dikkati bir köşede oturan yaşlı bir kadına takıldı. Kadın elinde tesbihle dua ediyordu ve önünde küçük bir tabela vardı. “Dualarınızı kabul ettiriyorum.” Zeynep merakla yaklaştı ve kadına baktı. Yaşlı kadın Zeynep’i fark etti ve “Güzel kızım, bir dileğin var mı?” diye sordu. Zeynep başını salladı ve dudaklarını işaret etti. Kadın anladı ve “Allah büyüktür kızım, sabret.” dedi. Zeynep kadına teşekkür işareti yaptı ve babası tarafından uzaklaştırıldı.

Yürüyüşlerini sürdürürken Mehmet Bey, kızının ne kadar mutlu göründüğünü fark etti. Zeynep dışarı çıktığında hep neşelenir, insanları izlemeyi severdi. Belki de onların konuşmalarını duyabilmek, seslerini algılayabilmek ona farklı bir mutluluk veriyordu. Bir dondurma arabası gördüklerinde Zeynep heyecanla babasının kolunu çekti. Dondurmacı usta, geleneksel İstanbul dondurmacılığının en güzel örneklerini sergiliyordu. Külahı havaya fırlattı, şakalar yaptı ve sonunda Zeynep’e nefis bir dondurma uzattı.

Akşam ilerledikçe meydanda daha farklı insanlar belirmeye başladı. Sokak çocukları, seyyar satıcılar ve garip kıyafetli insanlar vardı. Mehmet Bey, kızını korumak için ona daha yakın durdu. Ama Zeynep, tüm bu farklılıkları merak dolu gözlerle izliyordu. Onun dünyası sessizdi ama gözleri her şeyi görüyor, kalbi her şeyi hissediyordu. Bazen elini kulağına götürüyor, sanki sesleri duyabilecekmiş gibi çabalıyordu.

Eve dönüş yolunda Zeynep yorulmuştu ama yüzünde mutlu bir ifade vardı. Mehmet Bey, kızının elini tutarak yavaş yavaş yürüdü. “Güzel bir akşamdı değil mi canım?” diye sordu. Zeynep başını salladı ve babasının yanağından öptü. Bu küçük hareket, Mehmet Bey’in kalbine dokundu. Çünkü kızı sevgisini böyle gösteriyordu. Eve vardıklarında Fatma teyze onları kapıda bekliyordu. “Nasıldı yürüyüşünüz?” diye sordu. Mehmet Bey, “Çok güzeldi. Zeynep çok eğlendi.” dedi.

Zeynep o gece yatağına yattığında, pencereden İstanbul’un ışıklarını izledi. Şehir hiç uyumuyordu ve o da bu canlılığın bir parçası olmak istiyordu. Elini boğazına götürdü ve bir ses çıkarmaya çalıştı. Hiçbir şey olmadı ama umudunu kaybetmiyordu. Çünkü o gün müzik dinlerken, insanları izlerken ve babasıyla birlikte yürürken çok mutlu olmuştu. Belki de mutluluk konuşmaktan daha önemliydi. Gözlerini kaparken yarın yine babasıyla birlikte gezeceklerini düşündü ve huzurla uykuya daldı.

Taksim Meydanı’nın kalabalığında Galata Köprüsü’nün altından çıkıp gelen 10 yaşındaki Elif, o sabah her zamanki gibi günlük yemeğini aramak için sokaklarda dolaşıyordu. Kirli saçları yüzüne dağılmış, ayaklarında yıpranmış ayakkabılar, giysilerinde dünün izleri vardı. Ama Elif’in gözlerinde umut hiç sönmemişti. Küçük ellerinde sıkıca tuttuğu eski cam şişe, onun en değerli hazinesiydi. Bu şişeyi üç gün önce Kapalıçarşı’nın arka sokaklarında çöpler arasında bulmuştu. İçindeki gümüş rengi parıldayan sıvı, sanki canlıymış gibi hareket ediyordu ve Elif buna dair gece gördüğü o tuhaf rüyayı unutamıyordu.

Elif’in hikayesi iki yıl önce başlamıştı. O zamanlar anne ve babasıyla Üsküdar’da küçük ama sıcak bir evde yaşıyordu. Babası Ahmet amca, Karaköy’de balık satıyordu. Annesi Zehra Teyze ise evde nakış işleri yaparak aileye katkıda bulunuyordu. Elif, o zamanlar Şehit Mehmet Akif İlkokulu’na gidiyordu ve sınıfında en başarılı öğrencilerden biriydi. Öğretmenleri onun zekasına hayran kalır, özellikle matematik derslerindeki başarısını överlerdi. Evlerinde her akşam anne ve babasıyla birlikte yemek yerler, televizyonda çizgi film izler, bazen de babası ona Nasrettin Hoca hikayelerini anlatırdı.

O korkunç akşamı Elif hiçbir zaman unutamayacaktı. Anne ve babası akşam alışverişe gitmişlerdi ve onu komşu Ayşe Teyze’ye bırakmışlardı. Saat 9 civarında telefon çaldı ve Ayşe Teyze’nin yüzü bembeyaz oldu. Büyük bir otobüsle çarpışmışlardı ve ikisi de hemen hastaneye kaldırılmıştı. Elif o gece Şişli Hamidiye Hastanesi’nin koridorlarında bekledi. Ağladı, dua etti. Ama sabah olduğunda doktor geldi ve ona en acı haberi verdi. Anne ve babası kurtulamamıştı.

Bundan sonraki günler Elif için kabustu. Akrabaları yoktu. Komşular ellerinden geldiğince yardım etmeye çalıştılar ama çok uzun süre bakamayacaklarını söylediler. Sosyal hizmetler devreye girdi ama Elif yetimhanede kalmak istemedi. Bir gece sessizce evden kaçtı ve İstanbul’un sokaklarında hayata tutunmaya çalışmaya başladı. İlk geceler çok zordu. Aç kaldı, üşüdü, korktu ama zamanla sokağın kurallarını öğrendi ve hayatta kalmayı başardı. Şimdi Galata Köprüsü’nün altındaki küçük kovuğunda yaşıyordu. Burayı kendisi bulmuş ve kendi elleriyle düzenlemişti. Eski battaniyeler, bulduğu plastik şişeler, küçük bir ocak ve tabii ki o gizemli şişe burada duruyordu.

Her sabah erken kalkıyor, köprünün üzerindeki balıkçılardan artık ekmek parçaları alıyor, bazen de turistlere yardım ederek küçük para kazanmaya çalışıyordu. Akşamları ise Eminönü’ndeki lokantaların arkasından artık yemekleri topluyordu. O gümüş şişeyi bulduğu gün çok özeldi. Kapalıçarşı’nın arkasındaki dar sokakta eski bir antikacının dükkanının önünde çöpler arasında parıldayan bir şey görmüştü. Yaklaştığında bunun çok eski bir şişe olduğunu fark etti. Şişenin üzerinde anlayamadığı harfler vardı ve içindeki sıvı sanki nefes alıyormuş gibi hareket ediyordu. Şişeyi eline aldığında tuhaf bir sıcaklık hissetmişti. Sanki şişe onunla konuşuyordu.

O gece rüyasında beyaz elbiseli yaşlı bir kadın görmüştü ve kadın ona demişti ki, “Bu şişe özel bir güce sahip.” Rüyada kadın ona şöyle demişti: “Bu şişenin içindeki sıvı çok eskilerden kalma mucizevi bir iksirdir. Dilsizlere ses verir, sessizlere umut bahşeder ama sadece gerçekten ihtiyacı olan birine verilebilir.” Elif uyandığında bu rüyanın gerçek olup olmadığını bilemedi ama içinde tuhaf bir his vardı. Belki de bu şişe ona bu zor günlerde yoldaşlık etmesi için gönderilmişti. Her neyse, şişeyi yanında taşımaya devam etti ve ona sanki bir arkadaşmış gibi davrandı.

Taksim Meydanı’nda o akşam her zamankinden daha kalabalıktı. Elif genellikle meydanın bir köşesinde oturup insanları izlerdi. Zenginleri, fakirleri, mutluları, üzgünleri hepsini gözlemler ve onların hikayelerini tahmin etmeye çalışırdı. Bazen yanına küçük çocuklar gelirdi ve onlarla oyun oynardı. Çocuklar onu seviyorlardı. Çünkü Elif’te doğal bir neşe ve masumiyet vardı. Sokağın zorluklarına rağmen gülümsemeyi unutmamıştı. O akşam meydanın ortasında yürüyen şık giyinmiş bir adam ve yanındaki küçük kızı fark etti. Adam pahalı bir takım elbise giyiyordu ve ayaklarında parlak deri ayakkabılar vardı. Kız ise pembe bir elbise içinde, saçları özenle taranmıştı. Ama Elif, onun yüzündeki hüznü hemen fark etti.

Bu çok tuhaftı. Çünkü kızın sahip olduğu her şey Elif’in hayalini kurduğu şeylerdi ama yine de mutsuz görünüyordu. Elif merakla onları izlemeye başladı ve yaklaşmaya karar verdi. Kızın babası sürekli etrafı kontrol ediyordu. Sanki bir tehlike bekler gibiydi. Kız ise sessizce yürüyor, bazen durarak etraftaki müzisyenleri dinliyordu. Elif, kızın dudaklarının hiç hareket etmediğini fark etti. Konuşmuyor, ses çıkarmıyordu. İşte o anda Elif anladı. Bu kız, tıpkı rüyasında bahsedilen kişi gibiydi. Dilsizdi ve yardıma ihtiyacı vardı. Elif’in kalbi hızla atmaya başladı. Çünkü belki de şişenin zamanı gelmişti.

Elif yavaşça onlara yaklaştı. Adamın kızının elini sıkıca tuttuğunu ve çevredeki insanlardan uzak durmaya çalıştığını gördü. Belli ki zengin bir aileden geliyordu ve sokak çocuklarından çekiniyorlardı. Ama Elif kararlıydı. Rüyasındaki kadının sözleri aklındaydı ve bu kızın gerçekten yardıma ihtiyacı olduğunu hissediyordu. Şişeyi sıkıca kavradı ve nefes aldı. Bu çok riskli bir hareketti. Çünkü adamın tepkisini kestiremiyordu. Kız bir ara müzisyenlerin yanında durdu ve onları izlemeye başladı. Babasından biraz uzaklaşmıştı ve bu Elif için fırsattı. Yavaşça yanına gitti ve ona hafifçe dokundu. Kız döndü ve Elif’i görünce şaşırdı. İki kız birbirlerine baktılar ve aralarında tuhaf bir bağlantı olduğunu hissettiler.

Elif gülümsedi ve şişeyi çıkardı. Kız merakla şişeye baktı. İçindeki parıldayan sıvıyı görmüş, büyülenmişti. Elif, kızın kulağına yaklaştı ve fısıldadı: “Bu şişenin içindeki sıvı çok özel. Kayıp sesini geri verecek. Ben de eskiden senin gibiydim. Konuşamıyordum ama bu sıvı bana yardım etti. Şimdi sıra sende.” Kız şaşkınlıkla Elif’e baktı. Sonra şişeye, sonra tekrar Elif’e. Gözlerinde umut parıldamaya başlamıştı. Elif, şişeyi kızın ellerine verdi ve “Bu mucizevi iksiri içersen artık sessiz kalmayacaksın.” dedi. İşte tam o sırada kızın babası onları fark etti ve paniğe kapıldı. “Kızından uzaklaş.” diye bağırıyordu. Etraftaki insanlar onlara bakmaya başladı. Kalabalık oluştu. Güvenlik görevlileri yaklaştı ama Elif sakin duruyordu. Biliyordu ki doğru olanı yapıyordu ve rüyasındaki kadının dediği gibi bu şişe gerçekten bu kıza yardım edecekti.

Adamın öfkesi ve korku dolu bakışlarına rağmen Elif, kızı ikna etmeye devam etti. Kız, babasının çağrılarını duyuyordu ama şişeye olan merakı daha güçlüydü. Elif’in gözlerindeki samimiyeti görebiliyor ve onun kötü niyetli olmadığını anlayabiliyordu. Hayatı boyunca hiç konuşamamanın verdiği acıyı yaşamış, sayısız doktora gitmiş, hiçbirinden sonuç alamamıştı. Belki bu farklı bir şanstı. Belki bu küçük kız gerçekten ona yardım edebilirdi. Şişeyi eline aldı ve içindeki sıvının nasıl hareket ettiğini izledi. Mehmet Bey artık çok sinirli olmuştu ve güvenlik görevlilerine bu çocuğun kızını rahatsız ettiğini, dolandırıcı olabileceğini söylüyordu.

Ama Zeynep kararlıydı. İlk kez hayatında böyle güçlü bir his yaşıyordu. Sanki bu şişe ona özel olarak gönderilmişti. Elif’e baktı ve başını salladı. Artık karar vermişti. Bu şişedeki sıvıyı içecekti. Belki hiçbir şey olmayacaktı ama denemeye değerdi. Çünkü sessizlik artık dayanılmaz olmuştu. Elif son bir kez kıza baktı ve “İçersen sesini bulacaksın. İnan bana.” dedi. Sonra geri çekildi. Çünkü adamın öfkesi tehlikeli boyutlara ulaşmıştı. Ama artık işi bitirmiş, elinden geleni yapmıştı. Şimdi karar kızındı ve Elif, onun doğru kararı vereceğine inanıyordu.

Çevredeki kalabalık büyümeye devam ediyordu. Herkes bu tuhaf sahneyi izliyordu. Kimse ne olacağını bilmiyordu ama hepsi merakla bekliyordu. Zeynep’in elindeki gizemli şişe Taksim Meydanı’nın akşam ışıklarında parlıyordu. Çevresinde toplanan kalabalık merakla onları izlerken Mehmet Bey panikle kızına yaklaşmaya çalışıyordu. Güvenlik görevlileri duruma müdahale etmek için hazırlanırken Zeynep, şişeyi dudaklarına yaklaştırdı. Elif geri çekilmiş, nefesini tutmuş bekliyordu. 12 yıl boyunca sessizlik içinde yaşayan bu küçük kız, ilk kez böyle güçlü bir umut hissediyordu. Şişenin içindeki gümüş rengi sıvı, sanki ona sesleniyormuş gibi hareket ediyordu. Mehmet Bey, son bir çabayla kızına ulaşmaya çalıştı ama Zeynep kararlıydı.

Hayatı boyunca konuşamadığı için yaşadığı acıyı, babasının gözlerindeki üzüntüyü, annesi olmadığı için duyamadığı ninnileri, arkadaşları olmadığı için paylaşamadığı sırları düşündü. Belki bu küçük sokak kızı gerçekten onun meleğiydi. Belki de mucizeler gerçekten vardı. Eliyle babasını durduran bir işaret yaptı ve gözlerinde derin bir kararlılık belirdi. Artık kimse onu durduramayacaktı. İlk damla dudaklarına değdiği anda Zeynep, tuhaf bir sıcaklık hissetti. Sıvı, tadı hiç bilmediği bir şey gibiydi. Bal gibi tatlı ama aynı zamanda deniz suyu gibi tuzlu. Boğazından aşağı inerken sanki bin tane küçük yıldız vücudunda dans ediyormuş gibiydi. Kalbinin atışları hızlandı ve nefes alışı değişti.

Mehmet Bey, dehşet içinde kızını izliyordu. Acaba bu bilinmeyen sıvı ona zarar verir miydi? Çevredeki insanlar da nefeslerini tutmuş bekliyorlardı. Zeynep şişenin yarısını içtikten sonra durdu. Gözlerini kapadı ve içinde olup bitenleri hissetmeye çalıştı. Boğazında hafif bir karıncalanma vardı. Sanki yıllardır uyuyan bir şey uyanıyormuş gibiydi. Kalbi o kadar hızlı atıyordu ki göğsünden çıkacakmış gibi hissediyordu. Ellerini boğazına götürdü ve yutkundu. Bir şeyler değişiyordu. Bunu kesin olarak hissedebiliyordu. Elif onu izliyordu ve gözlerinde umut ve korku karışımı bir ifade vardı.

Birden Zeynep gözlerini açtı ve babasına baktı. Ağzını açmaya çalıştı ama henüz bir ses çıkmadı. Tekrar denedi. Bu sefer boğazından hafif bir hırıltı geldi. Kalabalık daha da yaklaştı. Herkes bu olağanüstü anı görmek istiyordu. Mehmet Bey, kızına uzandı ama Zeynep ona dur işareti yaptı. Bir kez daha deneyecekti. Bu sefer daha güçlü, daha kararlı. Ve sonra o mucizevi an geldi. Zeynep’in dudaklarından ilk ses çıktı. “Baba!” Hemen arkasından “baba” geldi. Ve son olarak tam anlamıyla “baba” kelimesi havada yankılandı. Mehmet Bey dona kaldı. Sanki kulakları onu aldatıyormuş gibi hissetti. Kızı gerçekten konuşmuş muydu? Çevredeki herkes nefesini tutmuş bu anı yaşıyordu.

Zeynep tekrar denedi. “Baba, baba, baba!” Sesi her defasında daha net, daha güçlü çıkıyordu. Mehmet Bey dayanamadı ve kızına koştu. Onu sıkıca kucakladı ve gözyaşları yanaklarından akmaya başladı. “Kızım, kızım gerçekten konuşuyorsun.” dedi hıçkırarak. Zeynep, babasının kulağına, “Seni çok seviyorum baba. Çok çok seviyorum.” dedi. Ve bu sözler Mehmet Bey’in kalbinde yankılandı. 12 yıl boyunca duymayı beklediği bu sözleri sonunda duyabiliyordu. Etraftaki insanlar alkışlamaya başladı. Bazıları ağlıyordu, bazıları ise bu mucizeye şahit olmanın şokunu yaşıyordu.

Eğer bu muhteşem hikaye sizin de kalbinize dokunuyorsa videoyu beğenmeyi, kanalımıza abone olmayı ve zil simgesine tıklamayı unutmayın. Yorumlarda “Bu mucizevi hikaye ruhumu derinlemesine etkiledi.” yazarak bizimle duygularınızı paylaşın. Destek verdiğiniz için çok teşekkür ederiz. Elif uzaktan bu sahneyi izliyordu ve gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Şişenin gerçekten işe yaradığını görmek onu çok mutlu etmişti. Rüyasındaki kadının sözleri doğruydu ve o bu mucizeye aracılık etmişti. Ama şimdi güvenlik görevlileri ona yaklaşıyordu ve kaçması gerekiyordu. Son bir kez Zeynep’e baktı. Kız da onu fark etti ve gözleriyle teşekkür etti. Elif gülümsedi ve kalabalığın arasında kayboldu.

Zeynep artık durmadan konuşuyordu. Sanki 12 yıllık sessizliği telafi etmek istiyormuş gibiydi. “Baba, çok güzel bir akşam. Teşekkür ederim. Fatma Teyze’yi özledim. Eve gidelim mi? Bu müzik ne kadar güzel. Ben de şarkı söyleyebilir miyim?” Mehmet Bey, kızının her kelimesini büyük bir sevinçle dinliyordu. Ama aynı zamanda aklında o küçük kızla ilgili sorular vardı. Kim olduğunu, şişenin nereden geldiğini öğrenmek istiyordu. Kalabalığın arasından o sokak çocuğunu aramaya başladı ama Elif çoktan kaybolmuştu. Sadece arkasında bıraktığı o boş şişe kalmıştı. Mehmet Bey şişeyi aldı ve inceledi. Üzerinde anlamadığı eski harfler vardı ve camı çok eskiydi. “Bu şişenin hikayesi neydi? Nereden gelmişti?” Ama şu anda bunun hiç önemi yoktu. Çünkü kızı konuşabiliyordu ve bu onun için dünyadaki en büyük mucizeydi.

Eve dönerken Zeynep durmadan konuştu. Gördüğü her şeyi tarif ediyor, duyduğu her sesi yorumluyordu. “Baba, bu arabalar ne kadar gürültücü, bu müzik ne kadar güzel. Şu kedinin sesi ne kadar tatlı.” Mehmet Bey, bazen durdurup kızını sıkıca kucaklıyor, gerçek olduğuna inanmaya çalışıyordu. Hayatının en mutlu günüydü ve bunu hiçbir zaman unutmayacaktı. Fatma teyze kapıda onları beklerken Zeynep ona, “Fatma teyze, artık konuşabiliyorum.” diye seslendi. Yaşlı kadın şoka uğradı ve elindeki tepsiyi yere düşürdü. “Allah’ım bu nasıl mümkün?” dedi ve Zeynep’i kucakladı.

Zeynep ona, “Seni çok seviyorum Fatma teyze. Benim için her zaman yanımda oldun.” dedi. Ve Fatma teyze de ağlamaya başladı. Ev o gece büyük bir sevinç içindeydi. Akşam yemeğinde Zeynep, ilk kez hayatında “Afiyet olsun.” diyebildi. Fatma Teyze’nin pişirdiği karnıyarığın ne kadar lezzetli olduğunu söyledi. Ekmeğin kokusunun ne kadar güzel olduğunu anlattı. Her lokmada bir şeyler söylüyor. Her yudumda yeni kelimeler keşfediyordu. Mehmet Bey, kızını dinlerken gözlerinden yaşlar dinmiyordu. Bu akşam gerçek bir şükran akşamıydı. Gece yatmaya giderken Zeynep, “Baba, bana ninni söyler misin?” dedi. Mehmet Bey, yıllardır bunu hayal etmişti. Kızının baş ucuna oturdu ve eski bir Türk ninnisi söylemeye başladı.

“Dandini, dandini dastana, danalar girmiş bostana.” Zeynep de onunla birlikte söylemeye çalıştı. Sesi hala biraz yabancıydı kendisine ama o kadar güzeldi ki Mehmet Bey’in kalbi coşkuyla doldu. “Baba, annem nasıl bir sesle konuşurdu?” diye sordu Zeynep. Mehmet Bey, ona annesinin çok melodik bir sesi olduğunu, şarkı söylemeyi sevdiğini, ona ninni söylerken sesinin melekler gibi güzel çıktığını anlattı. “Sen de onun gibi güzel konuşuyorsun kızım.” dedi. Zeynep, “Annem şimdi gökyüzünden beni duyuyor mu?” diye sordu. “Tabii ki duyuyor canım. O şu anda çok mutlu.” diye cevapladı Mehmet Bey.

O gece Zeynep, uyumadan önce pencereden İstanbul’un ışıklarına baktı ve “Teşekkür ederim.” dedi. Kimlere teşekkür ettiğini tam olarak bilmiyordu ama o küçük kıza, gizemli şişeye, annesine, babasına, Fatma teyzeye hatta hayata teşekkür ediyordu. Sonunda konuşabiliyordu ve bu ses onların hayatını sonsuza kadar değiştirecekti. Ertesi sabah Zeynep, “Günaydın baba, günaydın Fatma teyze.” diyerek uyandı ve ev bir kez daha neşeyle doldu. Yeni bir hayat başlıyordu ve herkes bunun farkındaydı. Artık Zeynep’in sesi vardı ve bu ses onların hayatını sonsuza kadar değiştirecekti.

Ertesi sabah güneş Boğaz’ın üzerinden yükselirken Mehmet Bey, erken saatlerde uyandı ve kızının odasına gitti. Zeynep hala uyuyordu ama dudakları hafifçe hareket ediyordu. Sanki rüyasında konuşuyormuş gibiydi. Bu manzara Mehmet Bey’in gözlerini yaşarttı. Çünkü artık kızının gerçekten sesi vardı ve bu mucizeyi hala kabul etmekte zorlanıyordu. Zeynep gözlerini açtığında ilk sözü “Günaydın babacığım.” oldu ve bu kelimeler Mehmet Bey’in kalbinde yankılandı. 12 yıl boyunca özlediği bu anı sonunda yaşıyordu. Kahvaltı masasında Fatma teyze her zamankinden daha özenli hazırlamıştı sofrasını. Taze simit, tereyağı, çilek reçeli, kaymak, peynir çeşitleri ve elbette demli çay. Zeynep masadaki her yemeği işaret ederek isimlerini söylüyordu. “Simit, reçel, çay, peynir.” Her kelimeyi çıkarırken büyük bir heyecan duyuyordu. Çünkü bunları ilk kez sesli olarak ifade edebiliyordu.

Fatma teyze ona, “Hangi reçeli istiyorsun canım?” diye sordu ve Zeynep, “Çilek reçeli lütfen. Çok seviyorum.” diye cevapladı. Bu basit diyalog bile ev halkı için büyük bir mucizeydi. Mehmet Bey, o sabah

.
https://youtu.be/MRFEJ1lY8DM?si=Zjwu3ukNrC9BTrkf