Bir hizmetçi yağmurda terk edilmiş üçüzleri bulur… ve milyoner yere yığılır…
.
.
İstanbul’u şiddetli bir fırtına kasıp kavururken, Selma Kaya hayatını sonsuza kadar değiştirecek bir şey keşfeder. Galata Köprüsü’nün altında titreyen üç küçük vücut. Ama bilmediği şey, bu keşfin bir milyonerin ayaklarının dibine yığılmasına neden olacağıdır.
Selma, Fatih’teki mütevazı evine doğru aceleci adımlarla yürüyordu. Gökyüzü sanki bütün öfkesini İstanbul’un üzerine boşaltıyormuş gibiydi. Yağmur damlaları, gökyüzünden dökülen gözyaşları gibi geliyordu ona. 5 yıldır çalıştığı konaktan çıkalı yarım saat olmuştu. Ama bu fırtınada her adım bir mücadeleydi. “Allah’ım, bu nasıl bir yağmur böyle?” diye mırıldandı, şemsiyesini daha sıkı tutarken. Rüzgar, ince vücudunu neredeyse devirecek güçteydi.
35 yaşındaki bu güçlü kadın, hayatın türlü zorluklarıyla mücadele etmişti ama bu gece farklıydı. Sanki doğa ona önemli bir şey söylemeye çalışıyordu. Galata Köprüsü’ne yaklaştığında rüzgarın sesine karışan başka bir ses duydu. Önce dikkate almadı. Fırtınada her ses yankılanıp değişiyordu ama ses devam etti. Tuhaf, tanıdık ama aynı zamanda kalp parçalayıcı bir ses. Ağlama sesi. Çocuk ağlaması. Selma durdu. Kulağını kabarttı. Evet, yanılmıyordu. Birden değil, üç farklı ses. Üç çocuk ağlıyordu. Gece yarısı olmuştu. Bu saatte, bu fırtınada çocuklar nerede olabilirdi? Kalbi hızla çarpmaya başladı. Annelik içgücü devreye girdi.
Köprünün altına doğru indi. Adımları daha da dikkatli oldu. Kaygan taşların üzerinde düşmeyi göze alamazdı. Seslerin geldiği yöne doğru ilerledi. Cep telefonunun ışığını açtığında gördüğü manzara, hayatında hiç unutmayacağı bir andı. Üç küçük çocuk, birbirlerine sarılmış köprünün beton ayağının dibinde oturuyorlardı. Islanmışlardı, üşümüşlerdi ve açtılar. 6 yaşlarında görünüyorlardı. İki erkek, bir kız. Sanki üçüzlerdi. En büyük görünen erkek çocuk, diğer ikisini korumaya çalışıyordu. Küçük kız elinde yırtık bir bez bebek tutuyordu. Diğer erkek çocuk ise sessizce ağlıyordu.
“Çocuklar,” diye seslendi Selma. “Ne yapıyorsunuz burada?” Üç çift göz ona döndü. Korku, umut ve çaresizlik karışımı bir bakış. Büyük çocuk önce kaçmaya hazırlandı ama Selma’nın yüzündeki şefkati görünce durdu. “Korkmayın,” dedi Selma yumuşak sesle. “Size zarar vermek istemiyorum. Sadece yardım etmek istiyorum.” Büyük çocuk, kardeşlerinin arkasına geçti. “Biz kimseyi beklemiyoruz,” dedi titreyerek. “Anne ve baba gelecek.” Selma kalbinin sıkıştığını hissetti. “Bu soğukta, bu fırtınada ne kadar beklemişlerdi acaba? Ne zamandır buradasınız?” diye sordu. “Bilmiyoruz,” dedi küçük kız Ece. “Çok uzun zamandır.”
Selma daha fazla soru sormadı. Şu anda en önemli şey, bu çocukları sıcağa çıkarmaktı. Gömleğini çıkardı ve üçünün üzerine örttü. “Benimle gelin,” dedi. “Evim yakında. Sizi ısıtacağım. Yemek vereceğim.” “Ya anne ve babamız gelirse?” diye sordu Can endişeyle. Selma yüreği burkularak cevapladı. “O zaman onlara nerede olduğunuzu söyleriz.” Bu gece, hiçbirinin bilmediği şey, kaderlerinin birbirine böyle bağlanacağıydı. Ve bu kararın, şehrin öbür ucundaki lüks bir konakta yaşayan bir milyonerin hayatını nasıl altüst edeceğiydi.
Selma, üç çocuğu evine götürürken İstanbul’un üzerindeki fırtına sanki sakinleşmeye başlıyordu. Doğa işini bitirmişti. Fatih’teki küçük evde Selma, üç çocukla baş başaydı. Ev iki odalı, mütevazı ama sıcaktı. Soba yanarken çocukların kıyafetleri kuruması için ipe astı. Onlara kendi pijamalarını verdi. Tabii ki, çok büyük geliyordu ama en azından kuruydu.
“Şimdi,” dedi Selma ellerini ovuştururken, “kim ne yemek ister?” Üçü de birbirine baktı. Sanki böyle bir soruya alışık değillermiş gibi. Can hala koruyucu tavırını sürdürüyordu. “Biz fazla yük olmak istemiyoruz,” dedi küçük sesiyle. Selma’nın gözleri doldu. Bu kadar küçük bir çocuktan böyle sözler duymak yüreğini dağladı. “Saçmalık,” dedi şefkatle. “Siz yük değilsiniz. Buraya hoş geldiniz.” Mutfağa geçti ve her zaman evde bulunan malzemelerle hızlıca çorba hazırlamaya başladı. Mercimek çorbası, basit ama doyurucu.
Çorba pişerken çocukların yanına döndü. Sobaya yakın yerde oturmuşlardı. Ece bez bebeğini kucağında tutuyordu. Kaan ise duvardaki resimlere bakıyordu. “Bu resimler çok güzel,” dedi Kaan sessizce. “Kim çizdi?” “Ben çizdim,” dedi Selma gururla. “Çizim yapmayı severim. Sen de sever misin?” Kaan başını salladı. “Ama kağıdım yok.” Selma kalktı ve çekmeceden kağıt ve kalem getirdi. “Al bakalım, istediğin gibi çiz.” Ece bez bebeğini daha sıkı kucakladı. “Bu benim bebeğim. Adı Ayla.” “Çok güzel bir bebek,” dedi Selma. “Sen ona çok iyi bakıyorsun.” “Annem verdi,” dedi Ece. Sonra sesini alçalttı. “Ama annem artık burada değil.”
Bu cümle Selma’nın içine oturdu. Daha fazla soru sormak istedi ama acele etmemeliydi. Can ayağa kalktı ve pencereye baktı. Dışarıda yağmur hala devam ediyordu ama artık o kadar şiddetli değildi. “Anne ve babamız gelecek,” dedi kararlılıkla. Söz vermişlerdi. “Ne zaman söz vermişlerdi?” diye sordu Selma nazikçe. Can’ın gözleri doldu. “Çok uzun zaman önce bizi köprüye götürdüler. ‘Burada bekleyin,’ dediler. ‘Hemen döneriz,’ dediler.” Selma nefesini tuttu. Ne kadar zamandı acaba? Günler mi, haftalar mı? “Çok mu beklediniz?” diye sordu. “Bilmiyoruz,” dedi Ece. “Çok acıktık ve çok üşüdük.”
Çorba hazır olmuştu. Selma üç tabağa doldurdu ve çocukların önüne koydu. Ekmek de ikram etti. İlk kaşığı ağızlarına götürdüklerinde sanki günlerdir yemek yememişler gibi gözleri parladı. “Bu çok lezzetli,” dedi Kaan. “Annem de böyle çorba yapardı.” “Anneniz nerede şimdi?” diye sordu Selma. Çocuklar birbirine baktı. Can cevap verdi. “Bilmiyoruz. Bir gün evde vardılar. Sonra yoktular. Sonra başka insanlar geldi. Onlar bizi köprüye götürdü.” Selma’nın aklından korkunç düşünceler geçti. Acaba bu çocukların başına ne geldi? Neden köprünün altında terk edilmişlerdi? Bu başka insanlar kimdi? “Tanımıyorduk,” dedi Ece. “Kötü insanlardı. Bağırıyorlardı.”
Kaan çizim yapmaya devam ediyordu. Selma ne çizdiğine baktı. Bir ev vardı. Önünde beş insan. İki büyük, üç küçük. Hepsi ele tutuşmuştu. “Bu kim?” diye sordu Selma. “Benim ailem,” dedi Kaan. “Ama gerçek değil. Bu benim hayal ettiğim aile. Hiç ayrılmayan aile.” Selma’nın gözleri doldu. Bu çocuklar sadece yemek ve barınak ihtiyacında değillerdi. Sevgi ihtiyaçları vardı. Güvenlik ihtiyaçları vardı. “Kaan,” dedi Selma, “sen çok güzel çiziyorsun. Bu aile çok mutlu görünüyor.” “Sen de bizim ailemizde olur musun?” diye sordu Ece aniden. Bu soru Selma’yı şaşırttı. “Ne demek istiyorsun?”
“Gözlerin anneminkiler gibi,” dedi Ece. “Annem de böyle bakardı. Kızgın olmadığı zamanlar.” Can birden ayağa kalktı. “Biz burada kalabilir miyiz? Sadece bir gece, anne ve baba gelene kadar.” Selma’nın kararı o anda netleşti. Bu çocukları bir daha soğuğa bırakamazdı. “Tabii ki kalabilirsiniz,” dedi. “İstediğiniz kadar.” O gece Selma kendi yatağını çocuklara verdi ve kendisi salonda uyudu. Ama uyuyamadı. Düşünüyordu. Bu çocukların gerçek hikayesi neydi? Kimse onları arıyor muydu? Ve en önemlisi ne yapmalıydı?
Sabah olduğunda kararını vermişti. Bu çocukları koruyacaktı. Ama bilmediği şey, aynı saatlerde şehrin öbür ucunda, Bebek’teki lüks bir konakta bir babanın da kayıp çocukları için aynı acıyı çektiğiydi ve çok yakında bu iki dünyanın çarpışacağı anın geldiğiydi.
Aynı gece, İstanbul’un en prestijli mahallelerinden biri olan Bebek’te, boğaza nazır büyük bir konakta Mehmet Özkan tek başına oturuyordu. 30 odalı bu muazzam evde sessizlik o kadar yoğundu ki duvarların bile nefes aldığı duyulabilirdi. Mehmet, 48 yaşında Türkiye’nin en başarılı tekstil iş adamlarından biriydi. Bursa’daki fabrikaları, İstanbul’daki ofisleri, yurt dışındaki ortaklıkları, kağıt üzerinde mükemmel bir hayatı vardı. Ama gerçek bu değildi. İş gezisinden yeni dönmüştü. Ankara’da üç gün süren toplantılar, yeni yatırım planları, milyonlarca liralık anlaşmalar hepsi başarılıydı. Yine de içi bomboştu.
Çalışma odasında masasının üzerindeki fotoğrafa baktı. 6 yıl öncesinden bir kare. Kendisi, o zamanki eşi Serpil ve üç çocukları Can, Ece ve Kaan. Hayatının anlamıydılar. O fotoğrafta ne kadar mutluydular. Can güvenli gülümsemesiyle, Ece’nin masum bakışlarıyla, Kaan’ın utangaç haliyle mükemmel bir aileydi. Ta ki o korkunç gün gelene kadar. Mehmet fotoğrafı eline aldı. Parmaklarıyla çocukların yüzlerini okşar gibi dokundu. “Keşke o gün sizinle olsaydım,” diye fısıldadı. “Keşke işi bir kenara bırakıp sizinle parkta oynasaydım.” O gün her şey değişmişti. Serpil, çocukları parka götürmüştü. Mehmet her zamanki gibi ofisteydi. Önemli bir toplantısı vardı. “Akşam geldiğimde oynayacağız,” demişti çocuklara ama akşam hiç gelmemişti. Parktan dönüş yolunda trafik kazası. Serpil o gece hayatını kaybetmişti. Çocukların cesetleri ise hiç bulunamamıştı. Polis, muhtemelen nehre düştüklerini, akıntının götürdüğünü söylemişti.
6 yıl geçmişti. 6 yıl boyunca Mehmet çocuklarını aramayı bırakmamıştı. Özel dedektifler, ödüller, ilanlar ama hiçbir iz. Ayağa kalktı ve evin en üst katına çıktı. Üçüncü kattaki koridorda üç kapı yan yanaydı. Can’ın odası, Ece’nin odası, Kaan’ın odası. 6 yıldır hiçbir şey değiştirilmemişti. Can’ın odasına girdi. Oyuncakları hala yerli yerindeydi. Kitapları, arabaları, lego setleri. Sanki çocuk az önce çıkmış, birazdan geri gelecekmiş gibiydi. “Bugün de gelmediniz,” dedi boş odaya. “Ama ben hala bekliyorum,” dedi. Ece’nin odasına geçti. Pembe duvarlar, oyuncak bebekler, küçük çay takımı. Ece evcilik oynamayı çok severdi. “Baba gel bizimle çay iç,” derdi hep. Mehmet ise hep “Sonra kızım, şimdi işim var,” derdi. Şimdi çay içecek kimse yoktu. Kaan’ın odasında durdu. Küçük çocuğun çizdiği resimler hala duvardaydı. Aile resimleri, hep birlikte gittikleri tatil yerleri. Hayali kahramanlar.
Mehmet masasının başına oturdu. Kaan’ın kullandığı boyalarla bir kağıda dokundu. “Para her şeyi satın alabilir,” diye kendi kendine konuştu. “Her şeyi tek alamadığım şey sizinle geçirmediğim zaman.” Birden telefonunun çalması onu düşüncelerinden uyandırdı. Kızı Ayşe arıyordu. “Baba neredesin?” dedi Ayşe sesi endişeliydi. “Evdeyim kızım. Sen neredesin?” “Arkadaşlarımla dışarıdayım. Geç kalacağım. Ama sen iyi misin? Sesin farklı geliyor.” Mehmet gülmeye çalıştı. “İyiyim kızım. Sadece yorgun.” Ayşe 22 yaşındaydı. Abilerini ve ablasını kaybettikten sonra Mehmet’in tek tesellisiydi. Ama o da acıdan kaçmak için sürekli dışarıda, sürekli arkadaşlarıyla vakit geçiriyordu. Aile acısını böyle unutmaya çalışıyordu. “Yarın akşam evde olacağım,” dedi Ayşe. “Birlikte yemek yeriz.” “Tamam kızım, kendine dikkat et.” Telefonu kapattı. Ayşe iyi bir kızdı ama Mehmet’in o zamanki neşesini hiç görmemişti. Çocukken babası çok farklıydı. Güler, oynar, vakit geçirirdi çocuklarıyla. Şimdi ise sadece çalışıyordu. Sanki çalışarak acısını unutabileceğini sanıyordu.
Pencereden boğaza baktı. Işıklar suda yansıyordu. Bu manzara için milyonlar ödemişti. Ama hiçbir manzara çocuklarının kahkahalarının yerini tutamıyordu. Bir mucize olsa diye düşündü. Bir mucize olsa da sizi bir kez daha görebilsem ama mucizeler sadece masallarda olurdu. Gerçek hayat bundan çok daha acımasızdı. O gece Mehmet yine uyuyamadı. Her gece gibi çocuklarının odalarında gezindi. Her gece gibi onları düşündü ve her gece gibi sabah olduğunda umudunu kaybedip işe gitti. Ama bilmiyordu ki şehrin öbür ucunda Fatih’te üç çocuk onun hiç duymadığı isimlerle anılıyordu ve çok yakında kaderinin o çocuklarla kesişeceği an gelip çatıyordu.
Hayat bazen en beklenmedik şekillerde, en umulmadık anlarda mucizeler yaratırdı. Ertesi sabah Selma için alışılmadık zorluklarla başladı. Üç çocukla birlikte uyandığında onlara ne yapacağını düşünmeye koyuldu. İşe gitmek zorundaydı çünkü maaşına ihtiyacı vardı. Ama çocukları da bırakamazdı. Can sabah erkenden uyanmış pencereye dışarı bakıyordu. “Selma teyze,” dedi. “Gece birinde bu isimle çağırmaya başlamışlardı onu. Anne ve babamız gelecek mi bugün?” Selma yüreğinin sıkıştığını hissetti. “Bilmiyorum can ama sen endişelenme. Ben sizinle ilgileneceğim.” Ece ve Kaan da uyanmışlardı. Hepsi birden kahvaltı hazırladılar. Selma çocuklar için yumurta kızarttı, çay demledi. Çok zengin bir kahvaltı değildi ama sevgiyle hazırlanmıştı.
“Bugün ne yapacağız?” diye sordu Kaan. Selma düşündü. “Ben işe gitmem gerekiyor,” dedi. “Ama sizin yanınızda kimse yok. O yüzden belki sizi de götürürüm.” “İşe mi?” diye sordu Ece heyecanla. “Evet ama çok sessiz olacaksınız. Patronum sizin orada olduğunuzu bilmeyecek.” Çocuklar söz verdiler. Saat 9:00’da yola çıktılar. Metrobüsle Bebek’e gittiler. Çocuklar İstanbul’un bu tarafını hiç görmemişlerdi. Büyük arabalar, lüks mağazalar, deniz manzaralı villalar. “Burası çok güzel,” dedi Ece. “Burada zengin insanlar yaşar,” dedi Selma. “Ben burada çalışıyorum.” Mehmet’in konağına vardıklarında Selma çocuklara talimat verdi. “Sadece bahçede kalacaksınız. Eve girmeyeceksiniz. Ses çıkarmayacaksınız. Tamam mı?” Çocuklar söz verdiler.
Selma, çocukları arka bahçeye götürdü. Çok büyük bir bahçeydi. Çiçek tarhları, havuz, çocuk oyun alanı bile vardı. İronik olarak bu evde çocuk sesi uzun zamandır yankılanmamıştı. “Burada oynayın,” dedi Selma. “Ben temizlik yapacağım. Öğle vakti size yemek getiririm.” Çocuklar bahçeyi keşfetmeye başladılar. Can salıncağa bindi. Ece çiçekleri kokladı. Kaan ise havuzun kenarında oturarak su altındaki balıkları izledi. Selma eve girdi ve her zamanki rutinini başlattı. Odaları topladı, yerleri süpürdü, camları sildi.
Mehmet Bey iş gezisindeydi. Ayşe Hanım da yoktu. Ev bomboştu. Öğle vakti yaklaştığında mutfağa geçti. Çocuklar için basit bir yemek hazırlamaya karar verdi. Pilav, tavuk, salata. Tam yemeği tabağa koyarken ön kapının açıldığını duydu. Kalbi durdu. Mehmet Bey iş gezisinden erken dönmüştü. “Selma,” diye seslendi Mehmet koridordan. “Efendim?” diye cevapladı Selma telaşla. Çocuklar bahçedeki çocukları hala görmüş müydü? Mehmet salona geçti. Çok yorgun görünüyordu. İş gezisi ağır geçmişti. “Evde her şey iyi mi?” diye sordu. “Evet efendim. Her şey yolunda.”
Mehmet pencereye yaklaştı. Bahçeyi seyretmeyi severdi. Özellikle çocukların oyun alanını. Eskiden üç çocuğuyla orada saatlerce vakit geçirirdi ve o anda gördü. Üç çocuk bahçede oynuyordu. İki erkek, bir kız. 6 yaşlarında görünüyorlardı. Ve bir şey vardı. Mehmet’in dünyası durdu. Bu mümkün değildi. Halüsinasyon görüyor olmalıydı. Ama hayır, çocuklar gerçekti. Ve o yüzler… Can salıncaktan indi ve Ece’ye koştu. Aynı hareket, aynı jest, aynı koruyucu tavır. Ece çiçekleri koklarken güldü. O gülüş, Kaan’ın suya elini daldırmış balıklarla oynadığı anı Mehmet’in gözlerinde canlandırdı.
Mehmet’in elleri titremeye başladı. Nefes alamıyordu. “Selma,” diye bağırdı. Sesi titriyordu. Selma koşarak geldi. “Efendim? Bir şey mi oldu?” Mehmet parmağıyla çocukları işaret etti. “Onlar kim?” Selma’nın yüzü beyazlaştı. “Efendim, ben, ben açıklayayım.” “Onlar kim?” diye tekrar bağırdı Mehmet. Bu bağırış, çocukların dikkatini çekti. Üçü de pencereye doğru baktı ve o an Mehmet Özkan hayatının en şok edici anını yaşadı. “Can,” diye fısıldadı. “Ece, Kaan, çocuklar birbirlerine baktılar.” Bu adam nasıl isimlerini biliyordu?
Mehmet pencereden uzaklaştı. Adımları güçsüzdü. Kalbi çok hızlı çarpıyordu. “Bu mümkün değil,” diye mırıldandı. “Bu mümkün değil.” Selma’ya döndü. “Bu çocuklar nereden geliyor?” “Efendim,” dedi Selma titreyerek. “Dün gece buldum onları. Köprünün altında terk edilmişlerdi.” Mehmet Selma’nın sözünü kesti. “İsimleri nedir?” “Can, Ece ve Kaan.” Mehmet’in dizleri gevşedi, koltuğa çöktü. “6 yıl,” diye fısıldadı. “6 yıl aradım sizi.” Can pencereye yaklaştı. Merak etmişti. “Selma teyze, bu adam kim?” Selma cevap veremedi. O da şoktaydı.
Mehmet ayağa kalktı ve bahçeye çıktı. Çocuklar onu dikkatle izliyordu. “Çocuklar,” dedi titreyerek sesiyle, “Benim adım Mehmet ve ben sizin babanızım.” Sessizlik. Üç çocuk birbirine baktı. “Bizim babamız yok,” dedi Can şüpheyle. “Var,” dedi Mehmet gözlerinde yaşlarla. “İşte burada. 6 yıldır sizi arıyorum.” Ece merakla sordu. “Sen gerçekten bizim babamız mısın?” Mehmet dizlerinin üzerine çöktü. Çocukların seviyesine indi. “Evet Ece, ben senin baban, Can’ın babası, Kaan’ın babası.” Ve o anda 6 yıllık acının ağırlığı Mehmet Özkan’ın üzerine çöktü. Gözleri kapandı ve bayılarak yere düştü.
Çocuklar şok olmuşlardı. Selma koşarak geldi ve böylece kaderin en tuhaf oyunu gerçekleşmişti. Kayıp çocuklar, babalarının evinin bahçesinde bulunmuşlardı ama artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Mehmet bayıldıktan sonra Selma hemen ambulans çağırdı. Çocuklar korkmuş, ne olduğunu anlayamıyorlardı. Can, kardeşlerini korumaya çalışırken, “Bu adam gerçekten bizim babamız mı?” diye soruyordu sürekli. Paramedikler geldiğinde Mehmet kendine gelmişti. Sadece şok geçirmişti. Kan basıncı yükselmişti. Ama en büyük sorunu 6 yıldır kayıp olan çocuklarını bulmuş olmanın inanılmazlığıydı.
“Doktor bey!” dedi Baş Paramedik, “Hastaneye gitmenizi öneriyoruz.” “Hayır,” dedi Mehmet kararlılıkla. “Ben iyiyim. Sadece, sadece çok önemli bir şey oldu.” Paramedikler gittikten sonra Mehmet çocuklarla yeniden karşılaştı. Bu sefer daha sakindi. Selma da yanlarındaydı. Endişeli ama meraklı. “Çocuklar,” dedi Mehmet yumuşak sesle. “Size anlatacaklarım çok karışık olabilir ama hepsini bilmeniz gerekiyor.” Salona geçtiler. Mehmet eski fotoğrafları getirdi. Çocuklar o fotoğraflarda kendilerini gördüklerinde şaşırdılar. “Bu biziz,” dedi Ece heyecanla. “Ama çok küçüğüz.” “Evet,” dedi Mehmet. “6 yıl önceki fotoğraflar. Ve bu kadın da annenizdi. Serpil.” Çocuklar dikkatle baktılar. Kaan sessizce sordu. “Annemiz nerede şimdi?” Mehmet’in gözleri doldu. “Anneniz, anneniz cennette kızım. Çok büyük bir kaza oldu.”
Bu haber çocukları sarstı ama aslında içlerinde bir yerde biliyorlardı. O yüzden kimse gelmemişti onları almaya. “Peki biz neredeydik?” diye sordu Can. “İşte bu,” dedi Mehmet derin bir nefes alarak. En karmaşık kısım. Mehmet anlatmaya başladı. O gün Serpil çocukları parka götürmüştü. Dönüş yolunda trafik kazası olmuştu. Serpil öldü ama çocukların cesetleri bulunamamıştı. Polis muhtemelen nehre düştüklerini sanmıştı. Ama siz ölmemişsiniz,” dedi Mehmet. “Birisi sizi kurtarmış olmalı.” Selma araya girdi. “Efendim, çocuklar dün gece anlatmışlardı. Başka insanlar gelmiş, onları köprüye götürmüş.” “Nasıl insanlar?” diye sordu Mehmet. Can hatırlamaya çalıştı. “Kötü insanlardı. Bağırıyorlardı.”
Kaan çizim yapmaya devam ediyordu. Selma ne çizdiğine baktı. Bir ev vardı. Önünde beş insan. İki büyük, üç küçük. Hepsi ele tutuşmuştu. “Bu kim?” diye sordu Selma. “Benim ailem,” dedi Kaan. “Ama gerçek değil. Bu benim hayal ettiğim aile. Hiç ayrılmayan aile.” Selma’nın gözleri doldu. Bu çocuklar sadece yemek ve barınak ihtiyacında değillerdi. Sevgi ihtiyaçları vardı. Güvenlik ihtiyaçları vardı. “Kaan,” dedi Selma, “sen çok güzel çiziyorsun. Bu aile çok mutlu görünüyor.” “Sen de bizim ailemizde olur musun?” diye sordu Ece aniden. Bu soru Selma’yı şaşırttı. “Ne demek istiyorsun?”
“Gözlerin anneminkiler gibi,” dedi Ece. “Annem de böyle bakardı. Kızgın olmadığı zamanlar.” Can birden ayağa kalktı. “Biz burada kalabilir miyiz? Sadece bir gece, anne ve baba gelene kadar.” Selma’nın kararı o anda netleşti. Bu çocukları bir daha soğuğa bırakamazdı. “Tabii ki kalabilirsiniz,” dedi. “İstediğiniz kadar.” O gece Selma kendi yatağını çocuklara verdi ve kendisi salonda uyudu. Ama uyuyamadı. Düşünüyordu. Bu çocukların gerçek hikayesi neydi? Kimse onları arıyor muydu? Ve en önemlisi ne yapmalıydı?
Sabah olduğunda kararını vermişti. Bu çocukları koruyacaktı. Ama bilmediği şey, aynı saatlerde şehrin öbür ucunda, Bebek’teki lüks bir konakta bir babanın da kayıp çocukları için aynı acıyı çektiğiydi ve çok yakında bu iki dünyanın çarpışacağı anın geldiğiydi.
Hayat bazen en beklenmedik şekillerde, en umulmadık anlarda mucizeler yaratırdı. Ertesi sabah Selma için alışılmadık zorluklarla başladı. Üç çocukla birlikte uyandığında onlara ne yapacağını düşünmeye koyuldu. İşe gitmek zorundaydı çünkü maaşına ihtiyacı vardı. Ama çocukları da bırakamazdı. Can sabah erkenden uyanmış pencereye dışarı bakıyordu. “Selma teyze,” dedi. “Gece birinde bu isimle çağırmaya başlamışlardı onu. Anne ve babamız gelecek mi bugün?” Selma yüreğinin sıkıştığını hissetti. “Bilmiyorum can ama sen endişelenme. Ben sizinle ilgileneceğim.” Ece ve Kaan da uyanmışlardı. Hepsi birden kahvaltı hazırladılar. Selma çocuklar için yumurta kızarttı, çay demledi. Çok zengin bir kahvaltı değildi ama sevgiyle hazırlanmıştı.
“Bugün ne yapacağız?” diye sordu Kaan. Selma düşündü. “Ben işe gitmem gerekiyor,” dedi. “Ama sizin yanınızda kimse yok. O yüzden belki sizi de götürürüm.” “İşe mi?” diye sordu Ece heyecanla. “Evet ama çok sessiz olacaksınız. Patronum sizin orada olduğunuzu bilmeyecek.” Çocuklar söz verdiler. Saat 9:00’da yola çıktılar. Metrobüsle Bebek’e gittiler. Çocuklar İstanbul’un bu tarafını hiç görmemişlerdi. Büyük arabalar, lüks mağazalar, deniz manzaralı villalar. “Burası çok güzel,” dedi Ece. “Burada zengin insanlar yaşar,” dedi Selma. “Ben burada çalışıyorum.” Mehmet’in konağına vardıklarında Selma çocuklara talimat verdi. “Sadece bahçede kalacaksınız. Eve girmeyeceksiniz. Ses çıkarmayacaksınız. Tamam mı?” Çocuklar söz verdiler.
Selma, çocukları arka bahçeye götürdü. Çok büyük bir bahçeydi. Çiçek tarhları, havuz, çocuk oyun alanı bile vardı. İronik olarak bu evde çocuk sesi uzun zamandır yankılanmamıştı. “Burada oynayın,” dedi Selma. “Ben temizlik yapacağım. Öğle vakti size yemek getiririm.” Çocuklar bahçeyi keşfetmeye başladılar. Can salıncağa bindi. Ece çiçekleri kokladı. Kaan ise havuzun kenarında oturarak su altındaki balıkları izledi. Selma eve girdi ve her zamanki rutinini başlattı. Odaları topladı, yerleri süpürdü, camları sildi.
Mehmet Bey iş gezisindeydi. Ayşe Hanım da yoktu. Ev bomboştu. Öğle vakti yaklaştığında mutfağa geçti. Çocuklar için basit bir yemek hazırlamaya karar verdi. Pilav, tavuk, salata. Tam yemeği tabağa koyarken ön kapının açıldığını duydu. Kalbi durdu. Mehmet Bey iş gezisinden erken dönmüştü. “Selma,” diye seslendi Mehmet koridordan. “Efendim?” diye cevapladı Selma telaşla. Çocuklar bahçedeki çocukları hala görmüş müydü? Mehmet salona geçti. Çok yorgun görünüyordu. İş gezisi ağır geçmişti. “Evde her şey iyi mi?” diye sordu. “Evet efendim. Her şey yolunda.”
Mehmet pencereye yaklaştı. Bahçeyi seyretmeyi severdi. Özellikle çocukların oyun alanını. Eskiden üç çocuğuyla orada saatlerce vakit geçirirdi ve o anda gördü. Üç çocuk bahçede oynuyordu. İki erkek, bir kız. 6 yaşlarında görünüyorlardı. Ve bir şey vardı. Mehmet’in dünyası durdu. Bu mümkün değildi. Halüsinasyon görüyor olmalıydı. Ama hayır, çocuklar gerçekti. Ve o yüzler… Can salıncaktan indi ve Ece’ye koştu. Aynı hareket, aynı jest, aynı koruyucu tavır. Ece çiçekleri koklarken güldü. O gülüş, Kaan’ın suya elini daldırmış balıklarla oynadığı anı Mehmet’in gözlerinde canlandırdı.
Mehmet’in elleri titremeye başladı. Nefes alamıyordu. “Selma,” diye bağırdı. Sesi titriyordu. Selma koşarak geldi. “Efendim? Bir şey mi oldu?” Mehmet parmağıyla çocukları işaret etti. “Onlar kim?” Selma’nın yüzü beyazlaştı. “Efendim, ben, ben açıklayayım.” “Onlar kim?” diye tekrar bağırdı Mehmet. Bu bağırış, çocukların dikkatini çekti. Üçü de pencereye doğru baktı ve o an Mehmet Özkan hayatının en şok edici anını yaşadı. “Can,” diye fısıldadı. “Ece, Kaan, çocuklar birbirine baktılar.” Bu adam nasıl isimlerini biliyordu?
Mehmet pencereden uzaklaştı. Adımları güçsüzdü. Kalbi çok hızlı çarpıyordu. “Bu mümkün değil,” diye mırıldandı. “Bu mümkün değil.” Selma’ya döndü. “Bu çocuklar nereden geliyor?” “Efendim,” dedi Selma titreyerek. “Dün gece buldum onları. Köprünün altında terk edilmişlerdi.” Mehmet Selma’nın sözünü kesti. “İsimleri nedir?” “Can, Ece ve Kaan.” Mehmet’in dizleri gevşedi, koltuğa çöktü. “6 yıl,” diye fısıldadı. “6 yıl aradım sizi.” Can pencereye yaklaştı. Merak etmişti. “Selma teyze, bu adam kim?” Selma cevap veremedi. O da şoktaydı.
Mehmet ayağa kalktı ve bahçeye çıktı. Çocuklar onu dikkatle izliyordu. “Çocuklar,” dedi titreyerek sesiyle, “Benim adım Mehmet ve ben sizin babanızım.” Sessizlik. Üç çocuk birbirine baktı. “Bizim babamız yok,” dedi Can şüpheyle. “Var,” dedi Mehmet gözlerinde yaşlarla. “İşte burada. 6 yıldır sizi arıyorum.” Ece merakla sordu. “Sen gerçekten bizim babamız mısın?” Mehmet dizlerinin üzerine çöktü. Çocukların seviyesine indi. “Evet Ece, ben senin baban, Can’ın babası, Kaan’ın babası.” Ve o anda 6 yıllık acının ağırlığı Mehmet Özkan’ın üzerine çöktü. Gözleri kapandı ve bayılarak yere düştü.
Çocuklar şok olmuşlardı. Selma koşarak geldi ve böylece kaderin en tuhaf oyunu gerçekleşmişti. Kayıp çocuklar, babalarının evinin bahçesinde bulunmuşlardı ama artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Mehmet bayıldıktan sonra Selma hemen ambulans çağırdı. Çocuklar korkmuş, ne olduğunu anlayamıyorlardı. Can, kardeşlerini korumaya çalışırken, “Bu adam gerçekten bizim babamız mı?” diye soruyordu sürekli. Paramedikler geldiğinde Mehmet kendine gelmişti. Sadece şok geçirmişti. Kan basıncı yükselmişti. Ama en büyük sorunu 6 yıldır kayıp olan çocuklarını bulmuş olmanın inanılmazlığıydı.
“Doktor bey!” dedi Baş Paramedik, “Hastaneye gitmenizi öneriyoruz.” “Hayır,” dedi Mehmet kararlılıkla. “Ben iyiyim. Sadece, sadece çok önemli bir şey oldu.” Paramedikler gittikten sonra Mehmet çocuklarla yeniden karşı
.
News
न्यूयॉर्क के होटल में एक अमेरिकी ने भारतीय महिला का अपमान किया… लेकिन कहानी में एक चौंकाने वाला मोड़ आया!
न्यूयॉर्क के होटल में एक अमेरिकी ने भारतीय महिला का अपमान किया… लेकिन कहानी में एक चौंकाने वाला मोड़ आया!…
Cycle Ka Challan Krny Waly IPS officer ka Kya Injaam Howa – Real Hindi Moral Islamic Story
Cycle Ka Challan Krny Waly IPS officer ka Kya Injaam Howa – Real Hindi Moral Islamic Story लखनऊ की पुरानी…
क्लास में सबके सामने टीचर ने..मासूम बच्चे पर चोरी का इल्ज़ाम लगाया — फिर जो हुआ
क्लास में सबके सामने टीचर ने..मासूम बच्चे पर चोरी का इल्ज़ाम लगाया — फिर जो हुआ एक छोटे से शहर…
भिखारी महिला को करोड़पति आदमी ने कहा — पाँच लाख दूँगा… मेरे साथ होटल चलो, फिर जो हुआ
भिखारी महिला को करोड़पति आदमी ने कहा — पाँच लाख दूँगा… मेरे साथ होटल चलो, फिर जो हुआ एक छोटे…
जिसे पूरी सब्जी वाले समझ रहे थे। उसके एक कॉल से पूरी एयर लाइन बंद हो गई | फिर जो हुआ…
जिसे पूरी सब्जी वाले समझ रहे थे। उसके एक कॉल से पूरी एयर लाइन बंद हो गई | फिर जो…
KIZIM İÇİN ÇORBa KARŞILIĞINDA TAMİR EDERİM! BEKAR BABA MİLYONERE YALVARIYOR…
KIZIM İÇİN ÇORBa KARŞILIĞINDA TAMİR EDERİM! BEKAR BABA MİLYONERE YALVARIYOR… . . Kızım İçin Çorba Karşılığında Tamir Ederim! Bekar Baba…
End of content
No more pages to load