Abd Milli Takım Yıldızı Ülkesini Terk Etti! “Türkiye Milli Takımı Için Oynamak Istiyorum!”

.
.

İki Bayrak Arasında: Elena’nın Seçimi

Amerika’nın Kaliforniya eyaletinde, Irwine’in sakin bir mahallesinde, Katherine her zamanki gibi akşam yemeğinden sonra oturma odasında oturuyordu. Elinde bir kadeh şarap, gözleri boşluğa dalmış, kafasında dönen tek bir cümle vardı: “Anne, ben liseyi okumak için Türkiye’ye taşınıyorum.” Kızı Elena, Amerika’nın en parlak voleybol yıldızlarından biri, Stanford’dan, UCLA’dan, USC’den burs teklifleri almış, Nike gibi dev sponsorlar peşinden koşmuştu. Ama o, tüm bunları bir kenara bırakıp Türk bayrağı altında oynamak istiyordu.

Katherine, eski bir voleybolcuydu. Şimdi Irwine’de bir lisede beden eğitimi öğretmeniydi. Kızını, Amerika’da doğmuş, büyümüş, saf bir Amerikalı olarak yetiştirmişti. Evde iletişim dili İngilizceydi. Türk olan eşi Demir’in kültürü, Katherine’in gözünde sadece bir detaydı. Elena’ya Amerikan değerlerini, Amerikan kültürünü aşılamış, onun “en iyi” olmasını istemişti. Elena, yedi yaşında voleybola başlamış, kısa sürede yıldızlaşmıştı. 13 yaşında Kaliforniya takımına, 15 yaşında ABD genç milli takımına seçilmiş, ESPN’de haber olmuş, Nike’tan sponsorluk almıştı.

Her şey mükemmel görünüyordu. Ta ki Elena bir gün, “Ben Türkiye’de voleybol oynamak istiyorum,” diyene kadar. Katherine önce şaka sandı, sonra kızının gözlerindeki ciddiyeti görünce anladı. Elena, Amerika’da kendini hep “yabancı” hissetmişti. Okulda, takımda, sokakta… Herkes ona “Türk müsün, beyaz mısın?” diye soruyor, bazen alay ediyor, bazen dışlıyordu. Bir gün bir Türk restoranında garson, Elena’ya Türkçe konuştuğunda “Sadece İngilizce biliyorum,” demişti. Amerikalı arkadaşları ise “Türk” diye etiketliyor, göçmen çocuklar ise onu “beyaz” buluyordu. Elena, kimliğini bulamıyordu.

Katherine, kızı için en iyisini düşündüğünü sanıyordu. Onu “gerçek bir Amerikalı” olarak yetiştirmek için Türkçeyi reddetmiş, Türk yemeklerini eve sokmamış, Elena’yı Amerikan kültürünün içine yerleştirmişti. Ama Elena, hep bir eksiklik hissediyordu. Bir gün okulda, rakip tribünlerden “Şu Türke dikkat edin!” sesleri yükselince, Elena’nın psikolojisi bozuldu. Maçtan sonra arabada ağladı: “Nereye gitsem yabancıyım.” Demir, “Ona Türk kültürünü öğretmemiz gerek,” dediğinde Katherine itiraz etti. “Amerika’da başarılı olması için Amerikalı olması gerekiyor.”

Bir yaz tatilinde Demir’in ailesini görmek için Türkiye’ye gitmek zorunda kaldılar. Katherine, başta isteksizdi. Ama İstanbul’a vardıklarında, Demir’in annesi Elena’ya “Leyla” diye seslendi. Türk akrabaları, Elena’yı sıcaklıkla karşıladı. Elena, ilk kez “olduğu gibi” kabul edildiğini hissetti. Kuzeni Seda ile voleybol salonuna gittiler. Türk kızları Elena’ya “Leyla, bizimle oyna!” dediler. Antrenmanda hata yaptığında, “Sorun yok, hadi tekrar!” diye cesaret verdiler. Elena, Amerika’da hep “özel” olmak zorundayken, Türkiye’de “takımın bir parçası” olduğunu fark etti.

Dönüşte Elena değişmişti. Türkçe öğrenmeye başladı, Türkiye liglerini izliyor, Türk voleybolcuların posterlerini duvara asıyordu. Amerikan takımında ise gözlerindeki ateş sönmüştü. Bir gün ABD genç milli takımı kampını reddetti. Katherine çıldırdı: “Bu annenin hayaliydi!” Elena, “Senin değil, benim hayalim,” dedi. O gece Elena ağladı. Katherine, kızının günlüğünü okudu. “Amerika’da her gün burada olmaya hakkım olduğunu kanıtlamak zorundayım. Türkiye’de Leyla dediler, bir parçamı buldum.”

Türkiye’den gelen bir spor lisesi transfer teklifiyle her şey değişti. Katherine önce karşı çıktı. Demir, “Elena mutluysa, bırak gitsin,” dedi. Aile meclisinde Elena, “Eğer gitmezsem hayatım boyunca pişman olacağım,” dedi. Katherine, “Bir şartım var: Türkçe yeterlilik sınavını geçmelisin ve her tatilde eve gelmelisin,” dedi. Elena söz verdi. Katherine, Amerika’daki üniversitelere nazik bir red mektubu gönderdi. İstanbulspor’dan ise sıcak bir karşılama mesajı geldi.

Elena, 17 yaşında iki bavulla Türkiye’ye taşındı. Havalimanında Katherine, kızına sarıldı. Elena cebinden bir mektup çıkardı: “Anne, seni çok seviyorum. Amerika’da nefes almak zordu. Türkiye’de ilk kez kendim oldum. Leyla olabildim. Bir gün neden bu yolu seçtiğimi anlayacağını umuyorum.” Katherine eve döndüğünde, Elena’nın odasında ABD genç milli takımı forması asılıydı. Altında bir not: “Anne, bunu burada bırakıyorum çünkü bu da benim bir parçam. Ama bundan sonra başka bir forma giymeyi deneyeceğim.”

Türkiye’de Elena hızla uyum sağladı. Spor lisesinde, takımda, arkadaşlarıyla… Türkçe’yi hızla öğrendi. Okulun medya kulübü “Leyla’nın Bir Günü” başlıklı bir belgesel çekti. Elena, “Amerika’da hep kanıtlamak zorundaydım. Burada olduğum gibi kabul ediliyorum,” dedi. Takım arkadaşları, “Leyla çok çalışkan, çok iyi bir arkadaş,” diyordu. Elena, Türkiye Genç Milli Takımı seçmelerine katıldı ve az kadroya seçildi. Katherine, ilk kez kızını tüm kalbiyle tebrik etti.

Noel tatilinde Elena eve geldi. Artık Türk yemeklerini yiyordu, Türkçe konuşuyordu. Katherine, “Çok değiştin,” dedi. Elena, “Sanki ilk kez yerimi buldum,” dedi. Katherine, kızının mutluluğunu gördü. Amerika’da hep “özel” olmak zorunda olan Elena, Türkiye’de “takımın bir parçası” olmuştu. Türkiye Liseler Arası Voleybol Şampiyonası’nda Elena, İstanbul takımının kaptanıydı. Finalde parmağı sakatlandı ama pes etmedi. Son sayıda plase vuruşla maçı kazandırdı. Takım arkadaşları “Leyla süpersin!” diye sarıldı. Elena kupayı kaldırırken Katherine ağladı: “Orada duran benim büyüttüğüm Elena değil, kendi gücüyle büyüyen Leyla’ydı.”

Ödül töreninden sonra Elena, “Anne, artık beni anlıyorsun değil mi?” dedi. Katherine, “Geç kaldığım için özür dilerim,” dedi. Demir, “Kızımız en iyisi,” dedi. Takım arkadaşları ve aileler Leyla’nın annesine teşekkür ediyordu. Katherine, kutlama yemeğinde ilk kez Türkçe cevap verdi: “Yavaş yavaş öğreniyorum.” Koç, “Leyla çok saygılı, takımı birleştirme yeteneği var. Başta nasıl uyum sağlayacak diye endişeliydim, ama bizim Türk öğrencilerden daha Türk çıktı,” dedi.

Gece otele dönerken Elena, “Amerika’da üniversiteye gitmediğim için hala pişman mısın?” diye sordu. Katherine, “Biraz pişmanım ama senin mutlu olman daha önemli. Bunu ancak şimdi anladım,” dedi. Elena, “Türkiye’de çok çalışacağım ve bir gün A Milli Takıma girmek istiyorum,” dedi. O gece Demir ile konuştu: “Kızımız çok güçlü olmuş.” Katherine, “Baştan itiraz etmeseydik daha iyi olurdu,” dedi. Demir, “Hayır, bu süreç gerekliydi. Senin için de, benim için de, Elena için de.”

Türkiye’den ayrılmadan önce Elena, “Anne, gelecek sefer ben Amerika’ya geleceğim. Seni seviyorum ve beni özgür bıraktığın için teşekkürler,” dedi. Katherine, “İster Leyla ol ister Elena, sen benim gurur duyduğum kızımsın,” dedi. Uçakta pencereden dışarı bakarken düşündü: Kızım hain değil. İki kültürü kucaklayabilecek koca yürekli bir kız. Ve sonunda sevginin bırakmak olduğunu anladım. Güvenmek ve kızının kendi yolunu bulmasına izin vermek.

Elena şimdi Türkiye’de lise son sınıfta okuyor, üniversiteye hazırlanıyor. Türkiye Genç Milli Takımında başarıyla oynuyor. Belki birkaç yıl sonra Amerika’da doğmuş ama Türkiye’yi uluslararası arenada temsil eden bir sporcu olarak ay yıldız için savaşacak. Katherine ise Türkçe öğrenmeye başladı. Artık kızıyla görüntülü konuşurken İngilizce “I love you” demiyor. “Seni seviyorum,” diyor.

Bu, önce kızını hain sanan ama sonunda onun çifte kimliğini bulmak için cesur bir yol seçtiğini anlayan Amerikalı anne Katherine’nin hikayesidir. Ve Elena’nın, iki bayrak arasında kendi kimliğini bulma yolculuğudur.

.

Türkiye’de lise son sınıfı bitirmek Elena için yeni bir dönemin kapılarını aralıyordu. İstanbul’daki spor okulunda geçirdiği iki yıl boyunca hem Türkçesi gelişmiş, hem de takım ruhunu, dostluğu, dayanışmayı derinden öğrenmişti. Artık takım arkadaşlarıyla Türkçe şakalaşıyor, Türk kültürüne daha fazla aşina oluyordu. Her sabah, Boğaz’a karşı yaptığı koşular, okulun eski taş koridorlarında yankılanan kahkahaları, mantı günlerinde arkadaşlarıyla paylaştığı sohbetler Elena’nın hayatında unutulmaz izler bırakıyordu.

Voleybol kariyeri ise hızla ilerliyordu. İstanbul Spor Kulübü’nün genç takımında kaptanlığa yükselmiş, Türkiye Genç Milli Takımı’nda ise artık ilk altıdaydı. Her turnuvada hem pasör hem de lider olarak öne çıkıyor, Türk bayrağını gururla temsil ediyordu. Takım arkadaşları onu “Amerikalı Leyla” diye şaka yapsa da, Elena artık kendini tam anlamıyla Türk hissediyordu.

Ancak başarıların yanında zorluklar da eksik olmuyordu. Türk eğitim sisteminin yoğun temposu, sınavlar, antrenmanlar ve yeni bir ülkede yaşamanın getirdiği kültürel farklılıklar zaman zaman Elena’yı zorluyordu. Bir gün, okulda yapılan bir sınavda beklediği notu alamadığında, kendini yetersiz hissetti. Takımda ise yeni transfer edilen bir oyuncu ile rekabet etmek zorunda kaldı. Bazı günler, Amerika’daki eski hayatını, ailesini, annesinin ona hazırladığı pancake’leri ve Irwine’in sakin akşamlarını özlüyordu.

Ama her zorluk Elena’yı daha da güçlendirdi. Takım koçu ona, “Leyla, sen sadece yetenekli değil, aynı zamanda çok çalışkan ve cesursun. Türkiye’ye geldiğinden beri herkese ilham oldun,” dediğinde, Elena gözyaşlarını tutamadı. O gece annesi Katherine’ye bir mesaj yazdı:
“Anne, bazen çok yoruluyorum. Ama burada olduğum gibi kabul ediliyorum. Takımım, arkadaşlarım, hocalarım bana güveniyor. Biliyorum, doğru yerdeyim.”

Katherine ise Amerika’da, kızının her maçını internetten canlı izliyor, Türkçe yorumları Google Translate ile takip ediyordu. Artık Türk mutfağında mantı yapmayı öğrenmiş, Demir’le birlikte “Leyla için” Türk bayrağı işlemişti. Her tatilde Elena eve döndüğünde, aile artık üç kültürü bir arada yaşıyordu: Amerikan, Türk ve Elena’nın kendi özgün kimliği.

Bir gün, Türkiye A Milli Takımı’ndan resmi davet geldi. Elena, milli takım kampına katılmak için Ankara’ya gitti. İlk gün, diğer oyuncularla tanışırken hem heyecanlı hem de biraz çekingen hissediyordu. Takım kaptanı Eda Erdem ona yaklaşıp, “Leyla, seni aramızda görmek güzel. Burada herkes bir aile,” dedi. Bu sözler Elena’nın tüm endişesini aldı götürdü.

Kamp boyunca Elena, hem teknik hem de duygusal olarak büyüdü. Antrenmanlarda en zorlu pozisyonlarda bile pes etmedi. Milli takım formasıyla ilk uluslararası maçına çıktığında, tribünlerden yükselen “Leyla Leyla!” tezahüratları ona tarifsiz bir güç verdi. Maç sonunda takım arkadaşlarıyla sarılırken, “Artık gerçekten buradayım,” diye düşündü.

O yıl, Türkiye Milli Takımı Avrupa Şampiyonası’na katıldı. Elena, turnuvanın en genç oyuncusu olarak kadroda yer aldı. Grup aşamasında, Türkiye’nin Sırbistan’a karşı oynadığı kritik maçta, koç ona son sette sorumluluk verdi. Elena sakin ve özgüvenli bir şekilde pasını attı, takım arkadaşı sayı aldı, ve Türkiye maçı kazandı. Basın toplantısında, gazeteciler ona İngilizce ve Türkçe sorular sordular. Elena, “Ben hem Elena’yım hem Leyla’yım. İki ülkenin sevgisiyle oynuyorum. Türkiye için gururla mücadele edeceğim,” dedi.

Bu başarı, sosyal medyada büyük yankı uyandırdı. Hem Amerika’da hem Türkiye’de binlerce genç Elena’dan ilham aldı. Amerikan gazeteleri “Türk Milli Takımında bir Amerikan yıldız,” diye başlık attı. Türk basını ise “Leyla, Ay Yıldız için savaşıyor!” diye yazdı.

Katherine ve Demir, Ankara’daki final maçına uçtu. Tribünde, ellerinde hem Amerikan hem Türk bayrağı vardı. Maç sonunda Elena, ailesine koştu, onları tribünde buldu, üçü birbirine sarıldı. Katherine, “Seninle gurur duyuyorum. Senin yolun, senin hayatın,” dedi. Elena ise “Anne, bana inandığın için teşekkürler. Şimdi gerçekten bütünüm,” diye cevap verdi.

Elena, Türkiye’de üniversiteye başladı. Hem spor hem eğitim hayatında başarılıydı. Artık genç sporculara mentorluk yapıyor, Türk ve Amerikan kültürlerini birleştiren bir köprü oluyordu. Her uluslararası turnuvada, hem Amerika’dan hem Türkiye’den destek mesajları alıyordu.

Yıllar geçti. Elena/Leyla, Türkiye A Milli Takımı’nın kaptanı oldu. Uluslararası arenada defalarca madalya kazandı. Hikayesi, iki ülke arasında bir dostluk ve kimlik arayışının sembolü haline geldi. Bir gün, bir röportajda ona “Hayatında en gurur duyduğun an nedir?” diye sordular. Elena gülümsedi:
“İki bayrağı bir arada tutabildiğim, hem Elena hem Leyla olabildiğim anlar. Çünkü insanın kendi kimliğini bulması, en büyük zaferdir.”

Katherine ise Amerika’da, her sabah mutfağında hem pancake hem de mantı pişiriyor, duvarda hem Amerikan hem Türk bayrağı asılı olan Elena’nın eski formalarını gururla saklıyordu. Artık görüntülü konuşmalarında “Seni seviyorum” demeyi Türkçe söylüyordu.

Elena’nın hikayesi, farklı kültürlerde büyüyen, kendi yolunu cesaretle seçen ve iki ülkeyi birleştiren bir genç kadının öyküsü olarak tarihe geçti. Onun sayesinde, hem Amerika’da hem Türkiye’de binlerce genç, sınırları aşmanın, kendi kimliğini bulmanın ve hayallerinin peşinden gitmenin ne kadar değerli olduğunu öğrendi.

Ve Elena, her maçtan sonra tribündeki ailesine el sallarken, kendi içindeki barışı ve mutluluğu bulduğunu biliyordu.

SON