“Benimle Gel” Bekar Anne Tekerlekli Sandalyedeki Fakir Bir Adamı Buldu Ve O Gün Onu Eve Götürdü

.

.

“Benimle Gel” — Tekerlekli Sandalyedeki Adamı Evine Götüren Kadının Umut Dolu Hikâyesi

İstanbul’un gri bir Şubat sabahıydı. Boğaz’ın sisi henüz dağılmamış, martıların çığlıkları vapurların düdüklerine karışmıştı. Ayşe, her zamanki gibi Üsküdar’dan Kadıköy’e giden sabah vapurundaydı. Yanında 8 yaşındaki kızı Zehra oturuyordu. Yorgunluk, yüzünden okunuyordu. Gece vardiyası, gündüz temizlik işleri, akşamları restoranda bulaşıkçılık… Ama bu zorlu hayatın içindeki tek aydınlık, kızı Zehra’nın gülümsemesiydi.

Vapur Haydarpaşa İskelesi’ne yanaştığında gözleri bir anda kıyıya takıldı. Tekerlekli sandalyede, eski bir mont giymiş, yüzü sakallarla kaplı bir adam… Elinde titrek harflerle yazılmış bir karton: “Allah rızası için yardım edin, açım.”

Kimse durmuyordu. Herkes başını çevirip geçiyordu. Ama Ayşe’nin içini bir sızı kapladı. Gözleri, adamın gözleriyle buluştuğu an içinde bir şey koptu. Zehra’ya döndü: “Kızım, beni bekle. Hemen döneceğim.”

İnce ceketiyle yağmurun altına çıktı. Adamın yanına eğildi.

“Merhaba. İsminiz ne?”

Adam boğuk bir sesle cevap verdi: “Mehmet.”

“Mehmet Bey, bu akşam kalacak bir yeriniz var mı?”

Başını hayır anlamında salladı. Ayşe bir an duraksadı. Sonra belki hayatının en büyük kararını verdi:

“Benimle gelin.”

Mehmet önce inanamadı. Bu kadar yabancı, bu kadar sıcak bir ses… Ayşe’nin evine geldiklerinde Zehra merakla sordu:

“Anne, bu kim?”

Ayşe gülümsedi. “Bu Mehmet Amca. Bu gece bizde kalacak.”

O küçük evde üç kişi, bir gecede koca bir hayatı paylaştılar. Mehmet’e sıcak bir çorba, bir bardak çay ve temiz bir yatak verildi. Ayşe’nin mutfağında yere serilen yatakta Mehmet, yıllar sonra ilk kez rahatça uyudu. Daha doğrusu, uyuyamadı. Gözleri dolu dolu olmuş, belki de unuttuğu bir duyguyu hatırlamıştı: Güvende hissetmek.

Günler geçti. Mehmet o evde sadece misafir değildi artık. Ayşe’ye ev işlerinde yardım ediyor, Zehra’ya ödevlerinde destek oluyordu. Üç dil biliyordu, matematik sorularını çözüyor, şiirler okuyordu. Zehra onunla vakit geçirmeye bayılıyordu.

Bir gün, Ayşe onun montunun cebini toplarken eski bir fotoğraf buldu. Fotoğrafta genç bir kadın ve küçük bir kız çocuğu vardı. Kız çocuğu Mehmet’e tıpatıp benziyordu.

Mehmet akşam geldiğinde, Ayşe fotoğrafı gösterdi. Sessizlik çöktü. Sonra Mehmet derin bir nefes alarak konuşmaya başladı.

“Bu karım Fatma ve kızım Elif. Beş yıl önce bir trafik kazasında ikisini birden kaybettim. Ben hayatta kaldım ama yürüyemez oldum. Sonra kendimi kaybettim. İşimi, evimi… hepsini yitirdim.”

Ayşe başını eğdi. Gözleri dolmuştu. “Ben de kocamı kaybettim. Zehra daha iki yaşındaydı. Ama sen hayattasın. Hâlâ buradasın.”

Mehmet gülümsedi. “Sizin sayenizde. O ilk gün… vapurdan inip bana uzattığın el hayatımı değiştirdi.”

Bir hafta sonra kapı çaldı. Gelen, zarif bir kadındı. Üzerinde pahalı bir manto, elinde eski bir çanta vardı.

“Merhaba. Ayşe Hanım siz misiniz?”

“Evet?”

“Ben Mehmet’in annesi Hacer.”

Ayşe, şaşkınlıkla Mehmet’e baktı. Mehmet yüzünü çevirdi.

“İki yıldır seni arıyorum oğlum!” dedi Hacer gözleri dolarak.

Mehmet sessizdi. Sonunda, “Fatma’yı ve Elif’i kaybettiğimde bana senin en çok ihtiyacım olduğu zamandı. Ama beni suçladın.” dedi.

“Şoktaydım. Ne söylediğimi bilemedim. Ama şimdi seni kaybetmek istemiyorum,” dedi Hacer. “Ankara’daki evi sattım. İstanbul’a taşındım. Gel, evimde yerin hazır.”

Mehmet bir an durdu. Gözleri Ayşe ve Zehra’ya kaydı. O evin sıcaklığına, bu iki kadının sevgisine alışmıştı. Ama annesinin sözleri bir başka yerden çekiyordu onu. Ertesi gün gitmeye karar verdi.

Giderken Zehra ağladı. Mehmet’in gözleri yaşlıydı.

“Bu sonsuza kadar veda değil,” dedi. “Sadece kendimi toparlamak için bir ara.”

Aylar geçti. Ayşe eski hayatına dönmüştü. Ama hiçbir şey eskisi gibi değildi. Zehra daha içine kapanmıştı. Ayşe, Mehmet’e yazdığı ama hiç göndermediği mektupları masasının çekmecesinde biriktiriyordu.

Sonbahar yaklaşırken bir mektup geldi. Hacer’dendi:

“Sevgili Ayşe, Mehmet burada ama mutlu değil. Sizi özlüyor. Onunla konuşmanızı istiyorum. Lütfen gelin.”

Ayşe ve Zehra, o hafta sonu Nişantaşı’ndaki o eve gittiler. Kapıyı Hacer açtı, gözleri dolu doluydu. “Mehmet dışarıda, birazdan gelir,” dedi.

Mehmet içeri girdiğinde göz göze geldiler. Her şey bir anda geri geldi. Zehra koşup ona sarıldı. Mehmet ise, “Sizi çok özledim,” dedi. Ayşe’nin gözleri doldu.

Hacer onlara bir masa hazırladı. Hep birlikte oturdular. Ayşe, “Bizi sevmiyor musun Mehmet?” diye sordu.

“Sizi seviyorum. Ama annem yalnız… sizin daha iyisini hak ettiğinizi düşündüm.”

Ayşe karşılık verdi: “Kimsenin adına karar verme. Biz seni seviyoruz. Seninle eksik değiliz. Seninle tamız.”

Hacer usulca dizüstü bilgisayarını getirdi. Mehmet’in yazdığı blogu gösterdi: “Eve Giden Yol.”

Ayşe, satırları ağlayarak okudu. Mehmet, her yazısında onlara duyduğu sevgiyi, ayrılığın acısını ve özlemini anlatmıştı. Zehra fotoğraflara baktı. Balkonda çekilmiş bir kareye uzun uzun daldı.

Ayşe’nin sesi titriyordu: “Peki şimdi ne olacak?”

Mehmet gözlerinin içine baktı: “Eve dönmek istiyorum. Her sabah olması gereken yerde uyanmak istiyorum. Sizinle olmak istiyorum.”

Ayşe gülümsedi: “O zaman eve dön. Ama bu sefer kaçmak yok. Birlikte her şeyi göğüsleyeceğiz.”


SON

Hikâyenin sonunda üçü birlikte İstanbul’a döndüler. Aynı küçük eve ama artık daha büyük bir yürekle. Gerçek sevgi; eksiksiz, engelsiz ve birlikte iyileşmekti. Ayşe artık yalnız bir kadın değil, bir yuvanın merkezindeydi. Mehmet artık kaybolmuş bir adam değil, bir ailenin babasıydı. Ve Zehra… O artık her sabah sevgiyle uyanan bir çocuktu.

.