CEO, KAYIP KIZININ KOLYESİNİ TAKAN SOKAK ÇOCUĞUNU GÖRÜYOR. ÖĞRENDİĞİ ŞEY HER ŞEYİ DEĞİŞTİRİYOR

.
.

Serhan Aydınlı, Ankara’nın en işlek caddelerinden birinde yürüyordu. Bir anda donup kaldı. Kir içinde, yalınayak bir sokak çocuğu, kayıp kızı Eylül’ün tam olarak aynı kolyesini takıyordu. Kalbi yerinden fırlayacak gibi çarpmaya başladı. Çocuğun ardından koştu ama yakaladığında küçük dilencinin söyledikleri, hayatını altüst etmekle kalmadı, aynı zamanda kimsenin tahmin edemeyeceği büyük bir sırrı ortaya çıkardı.

Serhan, bir zamanlar Türkiye’nin en saygın lojistik şirketlerinden Aydınlı Nakliyat’ın gururlu sahibi olan bir milyonerdi. Ancak, şu anda hayatının en korkunç kabusunun üçüncü gününü yaşıyordu. 9 yaşındaki kızı Eylül, Çankaya’daki özel okulundan gizemli bir şekilde ortadan kaybolmuştu. Mart ayının soğuk havası, arabadaki klimaya rağmen iliklerine işliyordu. Boğazını saran düğüm, üç gündür tek lokma yemesine izin vermemişti. “Allah’ım yardım et,” diye mırıldandı. “Kızımı bana geri ver.”

Serhan’ın aklında sürekli aynı sorular dönüp duruyordu. Eylül neredeydi? Ona kim zarar vermişti? Neden okuldaki güvenlik kameraları tam o saatte bozulmuştu? Eşi Füsun’u trafik kazasında kaybettikten sonra hayatının tek anlamı olan kızı, şimdi kayıptı. Üç lanet olası gün; üç gündür uyku yok, huzur yok. Polis sadece boş vaatler veriyordu. Okul müdürü suçluluk içinde bakışlarını kaçırıyordu. Eylül’ün öğretmeni Elif Hanım ise sanki bir şeyler gizliyormuş gibi tuhaf davranıyordu.

Trafik ışıkları kırmızıya dönünce Serhan derin bir nefes aldı. Elini cebine attı ve küçük gümüş bir kelebek şeklindeki kolyeyi avucunda sıktı. Eylül’ün son doğum gününde ona hediye ettiği, ortasında mavi bir safir taşı olan bu özel kolye, kızının en değerli eşyasıydı. “Baba, bu benim kanatlarım,” demişti Eylül. “Kolye boynuna takıldığında artık istediğin her yere uçabilirsin.” Şimdi o kanatlar neredeydi?

Serhan’ın gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Başını direksiyona yasladı ve ulustaki eski Ankara evlerinin çatıları üzerinde uçan kuşlara baktı. Kızının da bir kuş gibi özgür ve güvende olması için neler vermezdi ki? Telefonuna gelen bir bildirim sesiyle irkildi. Yeni bir haber var mı diye umutla ekrana baktı ama sadece şirketin acil bir toplantı çağrısıydı. Sinirle telefonu kenara fırlattı. Şu anda işin, paranın, toplantıların hiçbir önemi yoktu. Dünya durmuştu onun için.

Arkadan gelen korna sesleri Serhan’ı tekrar gerçeğe döndürdü. Trafik ışığı yeşile dönmüştü. Derin bir nefes alarak arabasını harekete geçirdi ve Ankara’nın gri gökyüzü altında ilerlemeye devam etti. Kızını bulacaktı. Ne pahasına olursa olsun. Ve ona zarar veren kimse, Serhan Aydınlı’nın öfkesiyle tanışacaktı.

Ankara’nın soğuk rüzgarı camları dövüyordu. Tıpkı Serhan’ın kalbindeki fırtına gibi. Serhan’ın çaresizlik dolu düşünceleri, arabaların arasında tehlikeli biçimde dolaşan bir çocuğun görüntüsüyle bölündü. Trafik sıkışıklığında camların arasında beliren zayıf, esmer yüzlü çocuk, kirli bir plastik poşetten çıkardığı sakızları satmaya çalışıyordu. Üzerinde solmuş bir tişört ve yıpranmış bir şalvar vardı. Soğuk havaya rağmen ince bir hırkayla idare ediyordu.

Serhan önce kayıtsızlıkla bakıp geçecekti. Ankara’nın trafik ışıklarında çalışan onlarca çocuktan biriydi sonuçta. Fakat o anda çocuğun boynunda sallanan şey, zaman durmuş gibi Serhan’ın dünyasını altüst etti. “Allah’ım, olamaz bu,” boğazı kurudu. Kalbinin atışları kulaklarında yankılanıyordu. Çocuğun boynundaki incecik zincirle asılı duran gümüş kelebek kolye, Eylül’ün kolyesiydi. Küçük zarif kanatları ve ortasındaki mavi safir taşıyla özel sipariş verdiği kuyumcu Namık Usta’nın Kapalıçarşı’daki küçük dükkanında iki ay uğraşarak yaptığı eşsiz kolyeydi. Kesinlikle Eylül’ün kolyesiydi. Yanılmam imkansızdı.

Çocuk bir sonraki arabaya yaklaşırken Serhan kapıyı hızla açtı. Araba kornalarının arasında bağırdı. “Dur, bekle. O kolye, o kolye kızımın. Nereden buldun?” Çocuk ürkerek başını çevirdiğinde öfke dolu bir yetişkinin kendisine doğru koştuğunu gördü. Gözleri korkuyla büyüdü. Sokak çocuklarının içgüdüsüyle plastik poşeti sıkıca kavrayıp trafik arasından kaçmaya başladı. “Dur dedim sana. Kızımın kolyesi bu!”

Serhan, trafik arasından tehlikeli bir şekilde koşarken bir taksinin direksiyonundaki sürücü, “Deli misin abey? Ezileceksin,” diye bağırdı. Serhan duymuyordu bile. Şu anda dünyada sadece iki şey vardı. O çocuk ve boynundaki kolye. Kızına götürecek tek ipucu. Dizleri ağrıyor, nefesi kesiliyordu ama umurunda değildi. Ankara’nın acımasız trafiğinde klakson sesleri ve küfürler arasında hayatının en önemli koşusunu yapıyordu.

Kaldırıma ulaştığında çocuğun saman pazarı yönüne doğru koştuğunu gördü. Yokuş yukarı koşmak zordu ama çaresizlik Serhan’a inanılmaz bir güç veriyordu. Kurtuluşa doğru ilerlerken tarihi Ankara evlerinin arasındaki dar sokaklar labirent gibiydi. Çocuk bu sokakları avucunun içi gibi biliyordu ama Serhan da boş durmuyordu. Üniversite yıllarında koşu takımındaydı ve şimdi tüm o antrenmanlar işe yarayacaktı.

Kalabalık bir grubun arasından geçti. Bir seyyar satıcının tezgahını neredeyse deviriyordu. “Affedersiniz, özür dilerim. Çekilin lütfen.” Yüzünden ter damlıyordu. Gömleği sırtına yapışmıştı. Ama o küçük gümüş kelebeği gözden kaybetmemeye kararlıydı. Çünkü biliyordu, o kelebek Eylül’e açılan bir kapıydı.

Serhan Hacı Bayram-ı Veli Cami’nin yanındaki dar sokakta hızını arttırdı. Çocuk ondan en az 20 metre öndeydi ve sürekli başını çevirip arkasına bakıyordu. Gözlerindeki korku, Ankara’nın taş kaldırımlarında yıllarca yaşamış birinin savunma mekanizmasıydı. “Dur yavrum, sana zarar vermeyeceğim,” diye haykırdı Serhan. Ama çocuk daha da hızlandı. Sokaklar giderek daralıyor, eski Ankara evlerinin arasında zikzaklar çiziyordu.

Esnaf dükkanlarının önünden geçerlerken yaşlı bir bakkal elindeki süpürgeyi bırakıp bu kovalamacaya şaşkınlıkla baktı. “Hayrola beyefendi, ne oluyor?” Serhan cevap verecek durumda değildi. Ciğerleri yanıyor, ayak bileği burkulmaya başlıyordu ama devam etti. Çocuk bir anda sağa saptı ve eski bir hamamın yanındaki çıkmaz sokağa girdi. Hamama gelen kadınlar bu garip sahneyi hayretle izledi.

Serhan köşeyi döndüğünde çocuğun tamamen kapana kısıldığını gördü. Karşısında eski bir taş duvar yükseliyordu ve kaçacak başka yer yoktu. Çocuk bir kedinin köşeye sıkıştırılmış hali gibi duvara yaslandı. Gözleri büyümüş, göğsü hızla inip kalkıyordu. “Lütfen beni polise verme abi. Bir şey çalmadım ben.” Serhan da soluk soluğa kalmıştı. Dizlerini tutup öne eğildi. Nefesini düzenlemeye çalıştı. Başını kaldırdığında karşısında 12-13 yaşlarında kirli yüzlü zayıf bir çocuk duruyordu. Gözlerinin kenarlarındaki kırışıklıklar, bu yaşta bir çocukta olmaması gereken bir yorgunluğun izlerini taşıyordu.

Sakin ol, dedi Serhan, ellerini yatıştırıcı bir şekilde kaldırarak, “Sadece sadece konuşmak istiyorum.” Çocuğun gözleri Serhan’ın pahalı saatine, temiz gömleğine, sonra tekrar yüzüne gidip geliyordu. Sokak çocuklarının içgüdüsüyle bu adamın bir tehdit olup olmadığını değerlendiriyordu. “Ne istiyorsun benden?” dedi savunmacı bir tavırla. “Ben kimseye kötülük yapmadım.” Serhan bir adım yaklaştı ve çocuğun boynundaki kolyeyi işaret etti. “O kolye. O kolye kızımın. Nereden buldun?” Çocuk eliyle kolyeyi kavradı. Sanki Serhan onu çekip alacakmış gibi koruyucu bir tavırla.

“Buldum ben bunu. Çalmadım. Hurdacı Recep amcanın orada çöplerin yanında yerdeydi.” Serhan yüreği sıkıştı. Demek Eylül bu sokak çocuğunun bahsettiği yerlere kadar sürüklenmişti. Gözleri yanmaya başladı. Sakinleşmeye çalıştı. Çocuğu daha fazla ürkütmek istemiyordu. “İsmim Serhan. Senin adın ne?” Çocuk bir an duraksadı. Güvenip güvenmemekte kararsızdı. “Çetin,” dedi. “Çetin, bak kızım üç gündür kayıp. O kolye, bu kolye onun en değerli eşyası. Doğum gününde hediye etmiştim.” Serhan titreyen elleriyle kızının yüzünü okşadı. Cildi sıcaktı, ateşi vardı. Dudakları çatlamış, saçları karışmıştı. Serhan gözyaşlarına engel olamadı.

“Demek ki kızı hayattaydı.” Kalbinde üç gündür ilk kez umut kıpırdandı. “Peki neden kimseye söylemedin? Neden yardım istemedin?” Çetin’in yüzü karardı. Gözleri Ankara’nın uzak tepelerine dikildi. Yardım mı? Kimden? Polisten mi? Beni hırsızlıkla suçlayan bekçilerden mi? Ya da belki de kuruş için beni çalıştırıp sonra paramı vermeyen lokanta sahiplerinden mi? Sesi acı bir alayla doluydu. Bizim gibi çocuklar yardım istemez abi. Biz sadece görünmez olmayı öğreniriz.

Bu sözler Serhan’ı derinden sarstı. Kendi konforlu dünyasında hiç düşünmemişti sokak çocuklarının gerçeklerini. Bu 12 yaşındaki çocuk, hayatta kalmayı, kimseye güvenmemeyi, sistemden kaçmayı öğrenmişti. “Çetin, beni ona götürebilir misin lütfen?” Çocuk tereddüt etti. Serhan’ın gözlerindeki umutsuz yalvarışı gördü. “Tamam abi ama sadece sen. Başka kimse olmayacak.” Serhan ve Çetin dar sokaktan çıkıp ana caddeye doğru ilerlediler. Serhan, Ankara’nın acımasız trafiğinde klakson sesleri ve küfürler arasında hayatının en önemli koşusunu yapıyordu.

Kaldırıma ulaştığında çocuğun saman pazarı yönüne doğru koştuğunu gördü. Yokuş yukarı koşmak zordu ama çaresizlik Serhan’a inanılmaz bir güç veriyordu. Kurtuluşa doğru ilerlerken tarihi Ankara evlerinin arasındaki dar sokaklar labirent gibiydi. Çocuk bu sokakları avucunun içi gibi biliyordu ama Serhan da boş durmuyordu. Üniversite yıllarında koşu takımındaydı ve şimdi tüm o antrenmanlar işe yarayacaktı.

Kalabalık bir grubun arasından geçti. Bir seyyar satıcının tezgahını neredeyse deviriyordu. “Affedersiniz, özür dilerim. Çekilin lütfen.” Yüzünden ter damlıyordu. Gömleği sırtına yapışmıştı. Ama o küçük gümüş kelebeği gözden kaybetmemeye kararlıydı. Çünkü biliyordu, o kelebek Eylül’e açılan bir kapıydı.

Serhan Hacı Bayram-ı Veli Cami’nin yanındaki dar sokakta hızını arttırdı. Çocuk ondan en az 20 metre öndeydi ve sürekli başını çevirip arkasına bakıyordu. Gözlerindeki korku, Ankara’nın taş kaldırımlarında yıllarca yaşamış birinin savunma mekanizmasıydı. “Dur yavrum, sana zarar vermeyeceğim,” diye haykırdı Serhan. Ama çocuk daha da hızlandı. Sokaklar giderek daralıyor, eski Ankara evlerinin arasında zikzaklar çiziyordu.

Esnaf dükkanlarının önünden geçerlerken yaşlı bir bakkal elindeki süpürgeyi bırakıp bu kovalamacaya şaşkınlıkla baktı. “Hayrola beyefendi, ne oluyor?” Serhan cevap verecek durumda değildi. Ciğerleri yanıyor, ayak bileği burkulmaya başlıyordu ama devam etti. Çocuk bir anda sağa saptı ve eski bir hamamın yanındaki çıkmaz sokağa girdi. Hamama gelen kadınlar bu garip sahneyi hayretle izledi.

Serhan köşeyi döndüğünde çocuğun tamamen kapana kısıldığını gördü. Karşısında eski bir taş duvar yükseliyordu ve kaçacak başka yer yoktu. Çocuk bir kedinin köşeye sıkıştırılmış hali gibi duvara yaslandı. Gözleri büyümüş, göğsü hızla inip kalkıyordu. “Lütfen beni polise verme abi. Bir şey çalmadım ben.” Serhan da soluk soluğa kalmıştı. Dizlerini tutup öne eğildi. Nefesini düzenlemeye çalıştı. Başını kaldırdığında karşısında 12-13 yaşlarında kirli yüzlü zayıf bir çocuk duruyordu. Gözlerinin kenarlarındaki kırışıklıklar, bu yaşta bir çocukta olmaması gereken bir yorgunluğun izlerini taşıyordu.

Sakin ol, dedi Serhan, ellerini yatıştırıcı bir şekilde kaldırarak, “Sadece sadece konuşmak istiyorum.” Çocuğun gözleri Serhan’ın pahalı saatine, temiz gömleğine, sonra tekrar yüzüne gidip geliyordu. Sokak çocuklarının içgüdüsüyle bu adamın bir tehdit olup olmadığını değerlendiriyordu. “Ne istiyorsun benden?” dedi savunmacı bir tavırla. “Ben kimseye kötülük yapmadım.” Serhan bir adım yaklaştı ve çocuğun boynundaki kolyeyi işaret etti. “O kolye. O kolye kızımın. Nereden buldun?” Çocuk eliyle kolyeyi kavradı. Sanki Serhan onu çekip alacakmış gibi koruyucu bir tavırla.

“Buldum ben bunu. Çalmadım. Hurdacı Recep amcanın orada çöplerin yanında yerdeydi.” Serhan yüreği sıkıştı. Demek Eylül bu sokak çocuğunun bahsettiği yerlere kadar sürüklenmişti. Gözleri yanmaya başladı. Sakinleşmeye çalıştı. Çocuğu daha fazla ürkütmek istemiyordu. “İsmim Serhan. Senin adın ne?” Çocuk bir an duraksadı. Güvenip güvenmemekte kararsızdı. “Çetin,” dedi. “Çetin, bak kızım üç gündür kayıp. O kolye, bu kolye onun en değerli eşyası. Doğum gününde hediye etmiştim.” Serhan titreyen elleriyle kızının yüzünü okşadı. Cildi sıcaktı, ateşi vardı. Dudakları çatlamış, saçları karışmıştı. Serhan gözyaşlarına engel olamadı.

“Demek ki kızı hayattaydı.” Kalbinde üç gündür ilk kez umut kıpırdandı. “Peki neden kimseye söylemedin? Neden yardım istemedin?” Çetin’in yüzü karardı. Gözleri Ankara’nın uzak tepelerine dikildi. Yardım mı? Kimden? Polisten mi? Beni hırsızlıkla suçlayan bekçilerden mi? Ya da belki de kuruş için beni çalıştırıp sonra paramı vermeyen lokanta sahiplerinden mi? Sesi acı bir alayla doluydu. Bizim gibi çocuklar yardım istemez abi. Biz sadece görünmez olmayı öğreniriz.

Bu sözler Serhan’ı derinden sarstı. Kendi konforlu dünyasında hiç düşünmemişti sokak çocuklarının gerçeklerini. Bu 12 yaşındaki çocuk, hayatta kalmayı, kimseye güvenmemeyi, sistemden kaçmayı öğrenmişti. “Çetin, beni ona götürebilir misin lütfen?” Çocuk tereddüt etti. Serhan’ın gözlerindeki umutsuz yalvarışı gördü. “Tamam abi ama sadece sen. Başka kimse olmayacak.” Serhan ve Çetin dar sokaktan çıkıp ana caddeye doğru ilerlediler. Serhan, Ankara’nın acımasız trafiğinde klakson sesleri ve küfürler arasında hayatının en önemli koşusunu yapıyordu.

Kaldırıma ulaştığında çocuğun saman pazarı yönüne doğru koştuğunu gördü. Yokuş yukarı koşmak zordu ama çaresizlik Serhan’a inanılmaz bir güç veriyordu. Kurtuluşa doğru ilerlerken tarihi Ankara evlerinin arasındaki dar sokaklar labirent gibiydi. Çocuk bu sokakları avucunun içi gibi biliyordu ama Serhan da boş durmuyordu. Üniversite yıllarında koşu takımındaydı ve şimdi tüm o antrenmanlar işe yarayacaktı.

Kalabalık bir grubun arasından geçti. Bir seyyar satıcının tezgahını neredeyse deviriyordu. “Affedersiniz, özür dilerim. Çekilin lütfen.” Yüzünden ter damlıyordu. Gömleği sırtına yapışmıştı. Ama o küçük gümüş kelebeği gözden kaybetmemeye kararlıydı. Çünkü biliyordu, o kelebek Eylül’e açılan bir kapıydı.

Serhan Hacı Bayram-ı Veli Cami’nin yanındaki dar sokakta hızını arttırdı. Çocuk ondan en az 20 metre öndeydi ve sürekli başını çevirip arkasına bakıyordu. Gözlerindeki korku, Ankara’nın taş kaldırımlarında yıllarca yaşamış birinin savunma mekanizmasıydı. “Dur yavrum, sana zarar vermeyeceğim,” diye haykırdı Serhan. Ama çocuk daha da hızlandı. Sokaklar giderek daralıyor, eski Ankara evlerinin arasında zikzaklar çiziyordu.

Esnaf dükkanlarının önünden geçerlerken yaşlı bir bakkal elindeki süpürgeyi bırakıp bu kovalamacaya şaşkınlıkla baktı. “Hayrola beyefendi, ne oluyor?” Serhan cevap verecek durumda değildi. Ciğerleri yanıyor, ayak bileği burkulmaya başlıyordu ama devam etti. Çocuk bir anda sağa saptı ve eski bir hamamın yanındaki çıkmaz sokağa girdi. Hamama gelen kadınlar bu garip sahneyi hayretle izledi.

Serhan köşeyi döndüğünde çocuğun tamamen kapana kısıldığını gördü. Karşısında eski bir taş duvar yükseliyordu ve kaçacak başka yer yoktu. Çocuk bir kedinin köşeye sıkıştırılmış hali gibi duvara yaslandı. Gözleri büyümüş, göğsü hızla inip kalkıyordu. “Lütfen beni polise verme abi. Bir şey çalmadım ben.” Serhan da soluk soluğa kalmıştı. Dizlerini tutup öne eğildi. Nefesini düzenlemeye çalıştı. Başını kaldırdığında karşısında 12-13 yaşlarında kirli yüzlü zayıf bir çocuk duruyordu. Gözlerinin kenarlarındaki kırışıklıklar, bu yaşta bir çocukta olmaması gereken bir yorgunluğun izlerini taşıyordu.

Sakin ol, dedi Serhan, ellerini yatıştırıcı bir şekilde kaldırarak, “Sadece sadece konuşmak istiyorum.” Çocuğun gözleri Serhan’ın pahalı saatine, temiz gömleğine, sonra tekrar yüzüne gidip geliyordu. Sokak çocuklarının içgüdüsüyle bu adamın bir tehdit olup olmadığını değerlendiriyordu. “Ne istiyorsun benden?” dedi savunmacı bir tavırla. “Ben kimseye kötülük yapmadım.” Serhan bir adım yaklaştı ve çocuğun boynundaki kolyeyi işaret etti. “O kolye. O kolye kızımın. Nereden buldun?” Çocuk eliyle kolyeyi kavradı. Sanki Serhan onu çekip alacakmış gibi koruyucu bir tavırla.

“Buldum ben bunu. Çalmadım. Hurdacı Recep amcanın orada çöplerin yanında yerdeydi.” Serhan yüreği sıkıştı. Demek Eylül bu sokak çocuğunun bahsettiği yerlere kadar sürüklenmişti. Gözleri yanmaya başladı. Sakinleşmeye çalıştı. Çocuğu daha fazla ürkütmek istemiyordu. “İsmim Serhan. Senin adın ne?” Çocuk bir an duraksadı. Güvenip güvenmemekte kararsızdı. “Çetin,” dedi. “Çetin, bak kızım üç gündür kayıp. O kolye, bu kolye onun en değerli eşyası. Doğum gününde hediye etmiştim.” Serhan titreyen elleriyle kızının yüzünü okşadı. Cildi sıcaktı, ateşi vardı. Dudakları çatlamış, saçları karışmıştı. Serhan gözyaşlarına engel olamadı.

“Demek ki kızı hayattaydı.” Kalbinde üç gündür ilk kez umut kıpırdandı. “Peki neden kimseye söylemedin? Neden yardım istemedin?” Çetin’in yüzü karardı. Gözleri Ankara’nın uzak tepelerine dikildi. Yardım mı? Kimden? Polisten mi? Beni hırsızlıkla suçlayan bekçilerden mi? Ya da belki de kuruş için beni çalıştırıp sonra paramı vermeyen lokanta sahiplerinden mi? Sesi acı bir alayla doluydu. Bizim gibi çocuklar yardım istemez abi. Biz sadece görünmez olmayı öğreniriz.

Bu sözler Serhan’ı derinden sarstı. Kendi konforlu dünyasında hiç düşünmemişti sokak çocuklarının gerçeklerini. Bu 12 yaşındaki çocuk, hayatta kalmayı, kimseye güvenmemeyi, sistemden kaçmayı öğrenmişti. “Çetin, beni ona götürebilir misin lütfen?” Çocuk tereddüt etti. Serhan’ın gözlerindeki umutsuz yalvarışı gördü. “Tamam abi ama sadece sen. Başka kimse olmayacak.” Serhan ve Çetin dar sokaktan çıkıp ana caddeye doğru ilerlediler. Serhan, Ankara’nın acımasız trafiğinde klakson sesleri ve küfürler arasında hayatının en önemli koşusunu yapıyordu.

Kaldırıma ulaştığında çocuğun saman pazarı yönüne doğru koştuğunu gördü. Yokuş yukarı koşmak zordu ama çaresizlik Serhan’a inanılmaz bir güç veriyordu. Kurtuluşa doğru ilerlerken tarihi Ankara evlerinin arasındaki dar sokaklar labirent gibiydi. Çocuk bu sokakları avucunun içi gibi biliyordu ama Serhan da boş durmuyordu. Üniversite yıllarında koşu takımındaydı ve şimdi tüm o antrenmanlar işe yarayacaktı.

Kalabalık bir grubun arasından geçti. Bir seyyar satıcının tezgahını neredeyse deviriyordu. “Affedersiniz, özür dilerim. Çekilin lütfen.” Yüzünden ter damlıyordu. Gömleği sırtına yapışmıştı. Ama o küçük gümüş kelebeği gözden kaybetmemeye kararlıydı. Çünkü biliyordu, o kelebek Eylül’e açılan bir kapıydı.

Serhan Hacı Bayram-ı Veli Cami’nin yanındaki dar sokakta hızını arttırdı. Çocuk ondan en az 20 metre öndeydi ve sürekli başını çevirip arkasına bakıyordu. Gözlerindeki korku, Ankara’nın taş kaldırımlarında yıllarca yaşamış birinin savunma mekanizmasıydı. “Dur yavrum, sana zarar vermeyeceğim,” diye haykırdı Serhan. Ama çocuk daha da hızlandı. Sokaklar giderek daralıyor, eski Ankara evlerinin arasında zikzaklar çiziyordu.

Esnaf dükkanlarının önünden geçerlerken yaşlı bir bakkal elindeki süpürgeyi bırakıp bu kovalamacaya şaşkınlıkla baktı. “Hayrola beyefendi, ne oluyor?” Serhan cevap verecek durumda değildi. Ciğerleri yanıyor, ayak bileği burkulmaya başlıyordu ama devam etti. Çocuk bir anda sağa saptı ve eski bir hamamın yanındaki çıkmaz sokağa girdi. Hamama gelen kadınlar bu garip sahneyi hayretle izledi.

Serhan köşeyi döndüğünde çocuğun tamamen kapana kısıldığını gördü. Karşısında eski bir taş duvar yükseliyordu ve kaçacak başka yer yoktu. Çocuk bir kedinin köşeye sıkıştırılmış hali gibi duvara yaslandı. Gözleri büyümüş, göğsü hızla inip kalkıyordu. “Lütfen beni polise verme abi. Bir şey çalmadım ben.” Serhan da soluk soluğa kalmıştı. Dizlerini tutup öne eğildi. Nefesini düzenlemeye çalıştı. Başını kaldırdığında karşısında 12-13 yaşlarında kirli yüzlü zayıf bir çocuk duruyordu. Gözlerinin kenarlarındaki kırışıklıklar, bu yaşta bir çocukta olmaması gereken bir yorgunluğun izlerini taşıyordu.

Sakin ol, dedi Serhan, ellerini yatıştırıcı bir şekilde kaldırarak, “Sadece sadece konuşmak istiyorum.” Çocuğun gözleri Serhan’ın pahalı saatine, temiz gömleğine, sonra tekrar yüzüne gidip geliyordu. Sokak çocuklarının içgüdüsüyle bu adamın bir tehdit olup olmadığını değerlendiriyordu. “Ne istiyorsun benden?” dedi savunmacı bir tavırla. “Ben kimseye kötülük yapmadım.” Serhan bir adım yaklaştı ve çocuğun boynundaki kolyeyi işaret etti. “O kolye. O kolye kızımın. Nereden buldun?” Çocuk eliyle kolyeyi kavradı. Sanki Serhan onu çekip alacakmış gibi koruyucu bir tavırla.

“Buldum ben bunu. Çalmadım. Hurdacı Recep amcanın orada çöplerin yanında yerdeydi.” Serhan yüreği sıkıştı. Demek Eylül bu sokak çocuğunun bahsettiği yerlere kadar sürüklenmişti. Gözleri yanmaya başladı. Sakinleşmeye çalıştı. Çocuğu daha fazla ürkütmek istemiyordu. “İsmim Serhan. Senin adın ne?” Çocuk bir an duraksadı. Güvenip güvenmemekte kararsızdı. “Çetin,” dedi. “Çetin, bak kızım üç gündür kayıp. O kolye, bu kolye onun en değerli eşyası. Doğum gününde hediye etmiştim.” Serhan titreyen elleriyle kızının yüzünü okşadı. Cildi sıcaktı, ateşi vardı. Dudakları çatlamış, saçları karışmıştı. Serhan gözyaşlarına engel olamadı.

“Demek ki kızı hayattaydı.” Kalbinde üç gündür ilk kez umut kıpırdandı. “Peki neden kimseye söylemedin? Neden yardım istemedin?” Çetin’in yüzü karardı. Gözleri Ankara’nın uzak tepelerine dikildi. Yardım mı? Kimden? Polisten mi? Beni hırsızlıkla suçlayan bekçilerden mi? Ya da belki de kuruş için beni çalıştırıp sonra paramı vermeyen lokanta sahiplerinden mi? Sesi acı bir alayla doluydu. Bizim gibi çocuklar yardım istemez abi. Biz sadece görünmez olmayı öğreniriz.

Bu sözler Serhan’ı derinden sarstı. Kendi konforlu dünyasında hiç düşünmemişti sokak çocuklarının gerçeklerini. Bu 12 yaşındaki çocuk, hayatta kalmayı, kimseye güvenmemeyi, sistemden kaçmayı öğrenmişti. “Çetin, beni ona götürebilir misin lütfen?” Çocuk tereddüt etti. Serhan’ın gözlerindeki umutsuz yalvarışı gördü. “Tamam abi ama sadece sen. Başka kimse olmayacak.” Serhan ve Çetin dar sokaktan çıkıp ana caddeye doğru ilerlediler. Serhan, Ankara’nın acımasız trafiğinde klakson sesleri ve küfürler arasında hayatının en önemli koşusunu yapıyordu.

Kaldırıma ulaştığında çocuğun saman pazarı yönüne doğru koştuğunu gördü. Yokuş yukarı koşmak zordu ama çaresizlik Serhan’a inanılmaz bir güç veriyordu. Kurtuluşa doğru ilerlerken tarihi Ankara evlerinin arasındaki dar sokaklar labirent gibiydi. Çocuk bu sokakları avucunun içi gibi biliyordu ama Serhan da boş durmuyordu. Üniversite yıllarında koşu takımındaydı ve şimdi tüm o antrenmanlar işe yarayacaktı.

Kalabalık bir grubun arasından geçti. Bir seyyar satıcının tezgahını neredeyse deviriyordu. “Affedersiniz, özür dilerim. Çekilin lütfen.” Yüzünden ter damlıyordu. Gömleği sırtına yapışmıştı. Ama o küçük gümüş kelebeği gözden kaybetmemeye kararlıydı. Çünkü biliyordu, o kelebek Eylül’e açılan bir kapıydı.

Serhan Hacı Bayram-ı Veli Cami’nin yanındaki dar sokakta hızını arttırdı. Çocuk ondan en az 20 metre öndeydi ve sürekli başını çevirip arkasına bakıyordu. Gözlerindeki korku, Ankara’nın taş kaldırımlarında yıllarca yaşamış birinin savunma mekanizmasıydı. “Dur yavrum, sana zarar vermeyeceğim,” diye haykırdı Serhan. Ama çocuk daha da hızlandı. Sokaklar giderek daralıyor, eski Ankara evlerinin arasında zikzaklar çiziyordu.

Esnaf dükkanlarının önünden geçerlerken yaşlı bir bakkal elindeki süpürgeyi bırakıp bu kovalamacaya şaşkınlıkla baktı. “Hayrola beyefendi, ne oluyor?” Serhan cevap verecek durumda değildi. Ciğerleri yanıyor, ayak bileği burkulmaya başlıyordu ama devam etti. Çocuk bir anda sağa saptı ve eski bir hamamın yanındaki çıkmaz sokağa girdi. Hamama gelen kadınlar bu garip sahneyi hayretle izledi.

Serhan köşeyi döndüğünde çocuğun tamamen kapana kısıldığını gördü. Karşısında eski bir taş duvar yükseliyordu ve kaçacak başka yer yoktu. Çocuk bir kedinin köşeye sıkıştırılmış hali gibi duvara yaslandı. Gözleri büyümüş, göğsü hızla inip kalkıyordu. “Lütfen beni polise verme abi. Bir şey çalmadım ben.” Serhan da soluk soluğa kalmıştı. Dizlerini tutup öne eğildi. Nefesini düzenlemeye çalıştı. Başını kaldırdığında karşısında 12-13 yaşlarında kirli yüzlü zayıf bir çocuk duruyordu. Gözlerinin kenarlarındaki kırışıklıklar, bu yaşta bir çocukta olmaması gereken bir yorgunluğun izlerini taşıyordu.

Sakin ol, dedi Serhan, ellerini yatıştırıcı bir şekilde kaldırarak, “Sadece sadece konuşmak istiyorum.” Çocuğun gözleri Serhan’ın pahalı saatine, temiz gömleğine, sonra tekrar yüzüne gidip geliyordu. Sokak çocuklarının içgüdüsüyle bu adamın bir tehdit olup olmadığını değerlendiriyordu. “Ne istiyorsun benden?” dedi savunmacı bir tavırla. “Ben kimseye kötülük yapmadım.” Serhan bir adım yaklaştı ve çocuğun boynundaki kolyeyi işaret etti. “O kolye. O kolye kızımın. Nereden buldun?” Çocuk eliyle kolyeyi kavradı. Sanki Serhan onu çekip alacakmış gibi koruyucu bir tavırla.

“Buldum ben bunu. Çalmadım. Hurdacı Recep amcanın orada çöplerin yanında yerdeydi.” Serhan yüreği sıkıştı. Demek Eylül bu sokak çocuğunun bahsettiği yerlere kadar sürüklenmişti. Gözleri yanmaya başladı. Sakinleşmeye çalıştı. Çocuğu daha fazla ürkütmek istemiyordu. “İsmim Serhan. Senin adın ne?” Çocuk bir an duraksadı. Güvenip güvenmemekte kararsızdı. “Çetin,” dedi. “Çetin, bak kızım üç gündür kayıp. O kolye, bu kolye onun en değerli eşyası. Doğum gününde hediye etmiştim.” Serhan titreyen elleriyle kızının yüzünü okşadı. Cildi sıcaktı, ateşi vardı. Dudakları çatlamış, saçları karışmıştı. Serhan gözyaşlarına engel olamadı.

“Demek ki kızı hayattaydı.” Kalbinde üç gündür ilk

.