Dul kadın terk edilmiş bir GEMİ buldu — ama o geminin bir SIR sakladığını hiç tahmin etmemişti

.
.

Terk Edilmiş Gemi

Oaxaca kıyısında sabah güneşi, denizin üzerinde bıçak gibi parlıyordu. Gökyüzü öylesine mavi, hava öylesine berraktı ki yoksullukla dalga geçiyor gibiydi. Matilde içinse o gün de diğerleri gibiydi: açlık, yoksunluk ve altı çocuğun ağır nefesleri. Esteban’ı fırtına yuttuğundan beri kulübenin içini dolduran o donuk sessizlik, şimdi yalnızca Sofía’nın ince ağlamasıyla kesiliyordu. Derken yer, derinden gelen metalik bir iniltiyle titredi; sahilden ürkütücü bir gıcırtı yükseldi. Matilde başını kaldırdığında sisin arasından, altın kumun üzerine oturmuş kocaman, bembeyaz bir lüks yat gördü. Gökyüzünden düşmüş bir mücevher gibi.

Gemi gövdesindeki soluk altın harflerde tek bir kelime seçiliyordu: Umut. Tamamen yersizdi; bu unutulmuş kıyıda, kimsesiz, sessiz, parıldayan bir hayalet. Matilde’nin ilk içgüdüsü kaçmaktı. Bu dünyaya ait değildi; sahipleri kartpostallarda kalan, şehrin zenginleriydi. Ama aklına Don Anselmo’nun ölü gözleri geldi—limanın efendisi, borçların sahibi, hayatların sessiz celladı. “Güneş batmadan borcunu öde, yoksa seni de çocuklarını da sokağa atarım.” demişti. Açlık midesini kemirirken, kaderi bir ip merdiven gibi önüne sarkıyordu.

“Thomas, kardeşlerine bak. Kapıyı açma.” dedi Matilde, en büyük oğlunun titreyen omzuna elini koyup. Ama Thomas onu gizlice takip etti; çocukların gözlerindeki açlık korkudan daha gerçekti. İp merdivenden tırmanıp güverteye çıktıklarında ilk çarpan koku, pahalı parfümle karışmış eski kanın metalik kokusuydu. Cilalı maun masalar, kadife yastıklar, kırık kristaller… Bir şölenden aceleyle kaçılmış gibiydi. Ustanın kabini açıktı; ipek çarşaflar buruşturulmuş, yerde rugan bir çocuk ayakkabısı tek başına duruyordu. Matilde’nin boğazı düğümlendi: Sofía çıplak ayakla toprakta yürürken, bir başkasının çocuğu parlak bir ayakkabı içinde nereye kaybolmuştu?

Masadaki ağır deri ciltli seyir defteri açıktı. Thomas heceleyerek okudu: “Bizi buldular… Anselmo bize ihanet etti… Karadan kaçtık… Allah merhamet etsin.” Matilde’nin içinden geçen soğuk dalga, fırtınanın suyundan daha keskin vurdu. Don Anselmo, zenginleri yağmalamış, gemiyi kıyıya sürüklemiş, tanıkları yok etmişti. Bu yat yalnız bir ganimet değil, kanlı bir sırdı.

Mutfakta kıtlığın ortasında bir mucize saklıydı: Avrupa konserveleri, şeker ve un çuvalları, sardalya kutuları, şurup içinde şeftaliler… Matilde bir çekmecenin altındaki gevşek tahtayı fark etti. Beline bağladığı bıçakla kaldıraç yapıp açtı. Karanlık bir bölmeden koyu ahşap, ağır bir kutu çıkardı. Kilidi yoktu. Kapağı kaldırdığında, loş ışıkta yumuşak bir ateş gibi parlayan mücevherler gözlerini aldı: inci diziler, zümrütler, yakutlar, yıldız parçaları gibi elmaslar. Nefesi kesildi. Bu, kurtuluşları olabilirdi; ama aynı zamanda kesin ölümleri.

“Anne, yemek…” Thomas’ın sesi onu gerçeğe çekti. Mücevherler ölümdü; yiyecekler hayat. Kutuyu yerine sakladı, üstüne un döküp izleri sildi. Sadece küçük bir yakut broşu aldı; bluzunun içine, tenine değecek kadar derine sakladı. Buz gibiydi; sırrının ağırlığı gibi. Kucakladıkları konserve kutularıyla güverteye çıktıklarında sis dağılmış, sahil görünür olmuştu. Orada, ıslak kumda üç karaltı bekliyordu: Don Anselmo ve iki yaralı adamı.

“Merakının seni alt edeceğini biliyordum, Matilde.” dedi Anselmo, sakin ve zehirli sesiyle. Gözleri yiyeceklerde değildi; kabinin karanlığında, saklanan parıltıların izindeydi. Matilde, Thomas’ı arkasında tutup ana kapının girişine siper oldu. Elini seyir defterine uzattı, havaya kaldırdı: “Bunu buldum. Kaptan, her şeyi yazmış. Sana nasıl hizmet ettiklerini, senin nasıl ihanet ettiğini…” Anselmo’nun yüzündeki alay bir anlığına söndü. Okuyamadığını Matilde bir bakışta anladı. Güç, sözdeydi—o söz de artık onun elindeydi.

“Borcumuzu sil, bizi kuzeye götürecek arabayı gönder, yoksa bu kitabı sayfa sayfa limandaki her balıkçıya okutacağım. Federaller geldiğinde de teslim edeceğim.” dedi. Anselmo dişlerini sıktı, sonra başını çok küçük bir hareketle salladı: “Anlaştık. Kitabı ver, defol.” “Hayır.” dedi Matilde. “Kitap biz limanın dışına çıkınca arabacıya emanet edilecek.” Blöfü, sabanın kenarında yürüyen biri kadar cüretkârdı, ama işe yaradı. Anselmo, adamlarına gemiyi didik didik etmelerini emrederek öfkeyle içeri daldı. O, hazineyi arıyordu; Matilde ise hayatı sırtlayıp kumda koşuyordu.

Dul kadın terk edilmiş bir GEMİ buldu — ama o geminin bir SIR sakladığını  hiç tahmin etmemişti - YouTube

Kulübeye varınca çocukların gözleri konserve kutularına uçtu; şeftali şurubunun tatlı akışı küçük ellerde parladı. Matilde ise broşun buz kesmiş ağırlığını hissetti ve Thomas’a sakladığı rugan ayakkabıyı verdi: “Bunu sakla.” Geceleri korkudan uyanan kaslarının içinde, karar kristal netliğindeydi: Gitmek zorundalardı.

Ormanın içinden, çamur ve köklerin arasından, fırtınanın ağır kokusunu yara yara Tierra Roja yoluna çıktılar. Yağmur, tropik bir perde gibi indirdiğinde artık beklemekten vazgeçmek üzereydiler ki katırların yorgun yürümesi, tekerleklerin iniltili gıcırtısı duyuldu. Arabacı, korkuyla “Çabuk!” diye fısıldadı. Gözleri sürekli arkasını arıyordu. Thomas, seyir defterini vermek isteyen adama başıyla hayır dedi. Matilde kitabı göğsüne bastı: “Bu benim sigortam. Bizi sağ salim götür; yoksa federallere teslim edilir.” Adamın Anselmo korkusuyla devlet korkusu arasında sıkışmış bakışı sonunda çözüldü. “Allah yardımcımız olsun.”

Araba çamuru yararak, yağmurun davul gibi çarptığı brandanın altında ilerlerken Matilde, broşun tenindeki yanmasını hissetti. Bu yanış, çocuklarının nefesinin bedeliydi. Şafakla birlikte Salina Cruz’un kenar mahallelerine vardıklarında arabacı kitaptan tiksinircesine uzaklaştı, “O lanet şey bende kalamaz.” diyerek. Yalnız kalmışlardı. Şehir uyanıyor, insanlar onları acıma ve küçümsemeyle süzüyordu. Polislerin soğuk mavi üniformaları, Matilde’nin içindeki alarmı daha da arttırdı. Broşla yakalansa bir nefeste yok edilirdi.

Arka sokakların kokulu karanlığında, pazarın gölgesinde yaşlı bir kadına fısıldadı: “Soru sormadan rehine bakan biri?” Kadın bulutlu gözlerini kaldırdı: “Sokağın sonunda, kırmızı kapı. Ona Türk derler. Ama dikkat et, kızım; ruh ister.” Matilde, “Toplayacak ruhum kalmadı.” diye mırıldandı ve kapıya vurdu.

İçerisi toz kokuyordu; duvarlarda kaybedilmiş hayatların nesneleri asılıydı. Masanın arkasındaki adam, temiz bir takım elbise içinde, küçük ve donuktu. Gözlüklerinin ardındaki gri bakışları Matilde’yi soydu. “Göster.” dedi. Matilde broşu masaya bıraktı; yakut, lambanın sarı ışığında kan gibi parladı. Türk, mücevheri eline almadı; önce bekledi, sonra ucu ucuna dokundu. “Çalınmış.” dedi ifadesizce. “Başkentte servet eder. Burada seni öldürür.” Adını söyledi: “Don Anselmo.” Matilde’nin içi buz kesti. “Sana 100 peso veririm—mücevher için değil, sessizlik için. O gelmeden kaybolursun.”

Yüz peso… Hakaret kadar küçük, kaçış kadar değerliydi. Tren, rüşvet, ekmek… Hepsinin anahtarı. “Kuzeye yetecek kadarını istiyorum.” dedi Matilde. Türk omuz silkti, kirli banknotları saydı, mücevheri çekmecesine koydu. “Unutma, dul kadın: Anselmo unutmaz. Ben de unutmam. Juárez’de durma; nehirden geç, kaybol.” Matilde çıktı; gri gün ışığı yüzüne çarptı. Koştu; kalabalığın arasından, pazarcıların bağrışları arasından, arka sokakların pisliğini yara yara çocuklarına döndü. Thomas hâlâ ayakkabıyı tutuyordu; bir silah, bir bayrak gibi.

İstasyonda buhar düdüğü göğü deşti. “Yedi bilet, kuzeye.” dedi nefes nefese. Üçüncü sınıf vagon, hayvan kokusu ve insan teriyle sıcak bir mağara gibiydi. Çocuklarını bir araya toplayıp bedeninden bir kale yaptı. Tren sarsılarak hareket ettiğinde Matilde pencereden son kez gri bir çizgi gibi uzanan okyanusa baktı. Gemi, deniz, Anselmo… Hepsi arkada kalıyordu. Seyir defterinin sayfalarını saatler önce çamura gömmüş, yalanının izlerini silmişti. Gücün kitapta değil, onu tutanın cesaretinde olduğunu anlamıştı.

Broş yoktu; karşılığında 100 peso ve bir fırsat vardı. Para kirliydi, ama özgürlüğün parmak izleri de çoğu zaman çamurludur. Matilde etek cebine uzandı; parmakları küçük, sert bir şeye değdi. Rugan ayakkabı. Onu atmamış, saklamıştı. Bir lanetin değil, bir hatırlamanın nesnesi. Gerçek hazine yerin altında değil, insanın içinde saklıydı: gitme cesareti, satma cesareti, seçme cesareti.

Tren çorak tepelere, tozlu ufuklara doğru hızlanırken Matilde çocuklarının yüzlerine baktı. Thomas, kir ve uykunun arasında ilk kez huzurlu görünüyordu. Matilde o anda kesin olarak anladı: Hayatının en iyi anlaşmasını yapmıştı. Altını değil, zamanı satın almıştı. Zengin olmamıştı, özgürleşmişti. Ve özgürlük, bazen bir yakutun parıltısından daha ağır, bazen yüz pesonun hışırtısından daha gerçekti.

Peki ya sonra? Matilde kuzeye vardığında o küçük rugan ayakkabıyı ne yaptı? Belki bir toprağa gömüp denizin son hayaletini bıraktı ardında; belki de bir çekmeceye koyup her sabah bakarak kendine hatırlattı: “Gerçek zenginlik, uğruna savaşacak bir şeye sahip olmaktır.” Sen hangisini seçerdin?

.