Gala’da tabak yıkamaya zorlandı; kocasının Milyoner olduğunu bilmeden malikanenin sahibiymiş.

.
.

Gölgedeki Çığlık

Anadolu’nun kenar bir kasabasında, hayatın ağır ve sessiz aktığı dar sokakların arasında, on altı yaşında bir genç kız yaşardı: Zeynep. Zeynep, kasabanın diğer kızları gibi ne süslü elbiseler giyerdi ne de kalabalıkların ortasında görünmek isterdi. Sessiz, ağırbaşlı, ailesine bağlı biriydi. Babası hastalık yüzünden iş yapamaz hale gelmişti, annesi ise gündelik işlere giderek evin geçimini sağlıyordu. Zeynep, küçük kardeşlerine hem ablalık hem annelik ederdi.

Zeynep’in kaderi, kasabanın zenginlerinden Kemal’le tanışınca değişti. Kemal, büyük şehirlere gidip gelen, parası ve gücüyle övünen, herkesin gözünde ayrıcalıklı biriydi. Zeynep’i ilk gördüğü anda, onda masumiyetin ve güzelliğin bir arada olduğunu fark etti. Ancak niyeti saf değildi; onun kalbini kazanmak değil, sadece kendine ait kılmaktı.

Bir gün, kasabanın kenarında, kimsenin uğramadığı eski bir bağ evinde Kemal, Zeynep’i konuşma bahanesiyle çağırdı. Zeynep başta gitmek istemedi. Fakat Kemal’in ısrarı, sözde masum vaatleri ve genç kızın kırılgan merakı, onu o eve sürükledi. O gün yaşananlar Zeynep’in hayatını paramparça etti. Kemal, ona söz vermişti: “Kimse bilmeyecek, ben seni koruyacağım, sen benim eşim olacaksın.” Ama sözler havada kaldı, geriye sadece utanç, korku ve ağır bir yük kaldı.

Kasabada dedikodular hızla yayıldı. İnsanların dili zehir gibiydi. Herkes bir şeyler fısıldıyor, Zeynep’in adını kirletiyordu. Özellikle Selma adındaki bir kadın, kasabanın dengesini bozmak için Zeynep’in yaşadıklarını abartarak anlatıyor, dedikoduların alevini körüklüyordu. Zeynep’in masumiyeti kimsenin umurunda değildi.

Zeynep, bir yandan ailesine belli etmemeye çalışıyor, bir yandan da içine kapanıyordu. Kardeşlerinin gözlerine bakarken, “Ben ne yaptım?” diye kendi kendine soruyordu. Oysa onun suçu yoktu; suçlu olan, kendine güç ve itibar maskesi takan Kemal’di. Fakat kasabanın düzeni öyleydi ki, her zaman kadın suçlanır, erkek korunurdu.

Günler geçtikçe Zeynep’in üzerine yük bindi. Evden çıkamaz hale geldi. Camdan dışarı baktığında bile insanların gözlerini sırtında hissediyordu. Yalnız kaldığında gözyaşları akıyor, kimseye anlatamadığı bu sırrın altında eziliyordu.

Kemal ise hayatına devam ediyordu. Kahvede oturuyor, arkadaşlarıyla gülüp eğleniyor, hatta başka kızların peşinden koşuyordu. Ama içinde bir ses, geceleri uykusunu kaçıran bir vicdan vardı. Zeynep’in masum yüzü, gözyaşları ve sessizliği her an karşısına çıkıyordu.

Bir akşamüstü, kasabanın meydanında büyük bir tartışma koptu. Selma, yine insanları etrafına toplamış, Zeynep hakkında zehirli sözler söylüyordu:
— “Onun namusu yok! Her şeyi kendi isteğiyle yaptı. Bizim kızlarımız öyle mi? Onu korumayın, ifşa edin!”

Kalabalıktan bazıları Selma’ya katılıyor, bazıları ise sessizce dinliyordu. Tam o sırada Kemal ortaya çıktı. İlk defa yüzü kıpkırmızıydı. Sesini yükselterek bağırdı:
— “Yeter! Sus artık Selma. Senin dilin herkesten daha kirli. Zeynep suçlu değil, ben suçluyum. Onun hayatını mahveden benim!”

Meydandaki insanlar şaşkına döndü. İlk kez Kemal, gerçeği itiraf ediyordu. Selma’nın sesi kesildi, ama fısıltılar dinmedi. Zeynep ise bu sözleri evin penceresinden duydu. Kalbi hızla çarptı. Bir yandan içini bir ferahlık kapladı; çünkü sonunda gerçek söylenmişti. Öte yandan acısı daha da büyüdü. Çünkü o sözler ne yaşananı geri getirebilirdi ne de lekelenen onurunu temizleyebilirdi.

O gece Kemal, Zeynep’in evine geldi. Kapının önünde diz çöktü. Gözleri yaşlıydı:
— “Zeynep, beni affet. Ben cahildim, kibirlendim. Seni oyuncak gibi gördüm. Ama her gün pişmanlıkla yanıyorum. Bana ne dersen de haklısın.”

Zeynep kapının arkasında, gözleri yaşlarla dolu dinledi. Kalbi kırılmıştı, yaraları derindi. Kapıyı açmadı. Sadece sessizce, “Affetmek Allah’a mahsustur, ama ben unutamam,” dedi.

Kemal başını öne eğdi, cevap veremedi. Kasabanın ışıkları birer birer sönüyor, gece derinleşiyordu.

Aradan aylar geçti. Dedikodular zamanla azaldı, kasaba yeni meselelerle uğraşmaya başladı. Ama Zeynep’in kalbinde açılan yara kapanmadı. O, hâlâ çocukluğunu, huzurunu ve güvenini geri istiyordu. Bir gün defterine şu satırları yazdı:
“Ben suçsuzum. Suçlu olan, bana kötülük yapan değil, susanlar, gözlerini kapatanlar. Yine de yaşayacağım. Çünkü benim suskunluğum, onların gürültüsünden daha onurlu.”

Yıllar sonra, kasabanın insanları Zeynep’in bu sessiz direnişini hatırlayacaktı. O, dedikodulara, iftiralara rağmen dimdik duran bir genç kadın olarak anılacaktı. Kemal ise, ömrünün geri kalanını pişmanlıkla geçirecek, Selma gibi insanlar ise kendi zehirlerinde boğulacaktı.


Son Söz

Bu hikâye, sadece Zeynep’in değil, birçok masumun hikâyesiydi. Toplumun dili bazen kılıçtan keskin olur, bazen de bir hayatı karartır. Ama sabır ve onur, her zaman en güçlü silahtır. Zeynep’in sessizliği, aslında en yüksek çığlıktı.


.
https://youtu.be/88MNdis79v0?si=fLKYFEm-aPsYnB7I