Milyarder her şeyini kaybetti — ta ki temizlikçisi birkaç saniyede hayatını değiştirene kadar

.
.

Her Şeyi Kaybetmek ve Yeniden Doğmak: Kemal Yılmaz’ın Hikayesi

Kemal Yılmaz bir zamanlar Türkiye’nin en zengin adamlarından biriydi. İstanbul’un kalbinde, Boğaz’a nazır 700 metrekarelik dairesinde yaşar, Bentley’ini sürer, Provence’ta bir villa ve Uludağ’da bir dağ evi sahibi olarak hayatını sürdürürdü. 25 yaşında kurduğu Yılmaz İnşaat, kısa sürede ülkenin en büyük inşaat şirketlerinden biri haline gelmişti. Doğu Avrupa’nın dört bir yanında projeleri, Ankara’da fabrikaları, İstanbul’da ofisleri vardı. Kemal’in serveti 3 milyar euroyu bulmuştu. Herkes ona hayran, herkes onun başarılarını konuşuyordu.

Fakat hayat, en sağlam görünen temelleri bile bir anda sarsabiliyor. Kemal’in düşüşü, bir dizi kötü yatırım kararıyla başladı. Ukrayna’daki dolandırıcı bir ortak, Bulgaristan’da yerel yolsuzluklar nedeniyle başarısız olan devasa bir proje, ardından küresel finansal kriz… Bankalar kredilerini geri çekti, şirketin borcu bir yıl içinde sıfırdan yarım milyar euroya çıktı. Kemal, şirketini kurtarmak için elinden geleni yaptı; villalarını, arabalarını, sanat koleksiyonunu sattı. Ama yetmedi. Merkez Bankası iflas kararı verdi, Yılmaz İnşaat tasfiye edildi, iki bin kişi işini kaybetti. Gazeteler, televizyonlar, sosyal medya… Herkes Kemal’in düşüşünü konuşuyordu. Bir zamanlar başarı ve kibir sembolü olan adam, şimdi ülkenin en büyük başarısızlığıydı.

Aile de bu yükü kaldıramadı. Eşi Ayşe, iflastan iki ay sonra boşanma talebinde bulundu. Kötülükten değil, hayal kırıklığından… Yasal olarak ne kaldıysa aldı; ana evleri, ortak hesaplar. Kemal karşı çıkmadı. Suçlu hissediyordu. Oğlu Murat, babasının aile adını mahvettiği için öfkeliydi ve altı aydır konuşmuyordu. Kızı Zeynep iletişimde kalmaya çalıştı ama o da mesafeliydi. Sosyal çevrede herkesin bildiği skandal, Zeynep’i utandırıyordu.

Üç ay sonra, her şeyin yasal olarak sona erdiği günlerde Kemal, Beşiktaş’ta küçük bir dairede tek başına yaşıyordu. Daire, lüks sayılabilecek 120 metrekarelik bir alandı ama Kemal için bir hapishane hücresiydi. Artık şirketi yoktu, ailesi yoktu, amacı yoktu. Sadece Fatma vardı. Fatma Demir, Yılmaz ailesi için on yıldır çalışan 52 yaşında dul bir temizlikçi kadındı. Kocası Mehmet’i sekiz yıl önce kanserden kaybetmiş, Almanya’da hemşire olan ve yılda bir kez Noel’de gördüğü bir kızı Aylin vardı. İflas geldiğinde, Ayşe gittiğinde, personel işten çıkarıldığında Fatma kalan tek kişiydi. Kemal ona üç ay maaş borçluydu ama Fatma gitmedi. “Nereye gideyim? Fatih’te bir stüdyo dairede yaşıyorum. En azından burada güzel bir şey temizleyebilirim,” demişti. Ama başka bir şey daha vardı; Fatma, Kemal’de son aylarda kimsenin görmediği bir şey görmüştü. İnsanlık… Düşmüş kibrin altında, utanç ve öfkenin altında acı çeken bir adam vardı. Ve Fatma acı çekmenin ne demek olduğunu biliyordu.

Kasım ayının bir Salı akşamı Fatma, haftalık temizlik için Kemal’in dairesine geldi. Anahtarı vardı. Genellikle Kemal evde olmazdı ama bu sefer öyleydi. Fatma koridora girdi. Her şey sessizdi. Çok sessiz. Yatak odasının kapısı açıktı. Yaklaştı ve Kemal’i gördü; yatağın yanında duvara yaslanmış yerde oturuyordu. Yanında yarısı boş bir viski şişesi, sol elinde bir veda mektubu, sağ elinde ise bir şişe güçlü uyku ilaçları… Kemal, Fatma’yı görmemişti. Gözleri boşluğa kaybolmuş, ağlamaktan kırmızı ve şişmişti. Fatma dondu. Kalbi hızla çarpıyordu. Bunu biliyordu; otuz yıl önce ağabeyinde görmüştü. O zaman çok geçti. Bu sefer olmayacaktı.

Fatma çığlık atmadı, acil servisi aramak için koşmadı. Bunun Kemal’in tepki vermesine, kapanmasına, onu dışarı göndermesine neden olacağını biliyordu. Bunun yerine beklenmedik bir şey yaptı. Yanına yere oturdu, dizleri üzerine ve elini tuttu. Hap şişesini tutan eli yumuşakça, nazikçe, korkmuş bir çocuğun elini tutan bir anne gibi… Kemal ona döndü. Gözleri kafası karışmış bir yabancı. “Fatma burada ne yapıyorsun?” dedi. “Salı günü, temizlik günüm. Git lütfen. Yalnız kalmak istiyorum.” “Biliyorum ama seni bırakmayacağım,” dedi Fatma. Kemal ona baktı ve içindeki bir şey, aylardır kilitli tuttuğu bir şey patladı. Gözyaşları akmaya başladı; derin, gırtlaktan gelen, her şeyini kaybetmiş bir adamın gözyaşları… Fatma hiçbir şey söylemedi. Sadece elini tuttu ve bekledi. Kemal artık ağlayamayacak kadar ağladıktan, boğazı kuruduktan ve gözleri yandıktan sonra durdu. Fatma hâlâ yanında oturuyordu, hâlâ elini tutuyordu.

“Neden buradasın?” diye sordu Kemal sesi kırık. “Neden umursuyorsun? Sana para borçluyum. Seni ücretsiz çalıştırdım.”
“Umursuyorum çünkü insansın ve insanların insanlara ihtiyacı var.”
“İnsan değilim. Başarısızım. Bir felaketim. Dokunduğum her şeyi yok ettim.”
“Hatalar yaptınız. İnsanlar hata yapar.”
“Hata değil. Harabeler. İki bin insan benim yüzümden işini kaybetti. Ailem beni terk etti. Çocuklarım benden nefret ediyor. Artık hiçbir şeyim yok. Hiçbir şey.”

Fatma ona uzun baktı. Sonra yumuşak ama kararlı bir sesle konuştu: “Hayatınız var. Çalışan elleriniz var. Düşünen bir zihniniz var. Hâlâ hisseden bir ruhunuz var. Acı da olsa… Ve benim var ve ben hiçbir yere gitmiyorum.”

Kemal başını salladı. “Neden? Neden bunu benim için yapıyorsun? Sana asla adil davranmadım. Sana hizmetçi gibi davrandım. İnsan olarak değil.”
“Doğru. Mükemmel değildiniz. Ama size on yıl çalışırken ne gördüm biliyor musunuz? Sizi çalışanlarınızın ikramiyelerini alsınlar diye gece yarısına kadar çalışırken gördüm. Kızınız üzgün olduğunda onunla konuşurken, onu güldürmeye çalışırken duydum. Anneniz öldükten sonra banyoda ağlarken, başkaları için güçlü olmaya çalışırken gördüm. Canavar değilsiniz Kemal Bey. Düşen bir adamsınız. Ama düşen insanlar kalkabilir.”

Kemal ona sanki yabancı bir dil konuşuyormuş gibi baktı. “Nasıl? Her şeyi kaybettiğimde nasıl kalkarım?”
“Her şeyi kaybetmediniz. Parayı kaybettiniz. Para geri kazanılabilir. Statüyü kaybettiniz. Statü geçicidir. Ama özünüzü kaybetmediniz. Kim olduğunuzu.”
“Artık kim olduğumu bilmiyorum.”
Fatma gülümsedi. Üzgün ama sıcak bir gülümseme: “O zaman keşfetme zamanı. Para olmadan, unvan olmadan, sizi önceden tanımlayan hiçbir şey olmadan, tüm bunlar olmadan. Kemal kim?”

.

Kemal cevap vermedi. Cevabı bilmiyordu. Fatma devam etti: “Kocam ölmeden önce bana ne öğretti biliyor musunuz? Bana hayatın sahip olduğunuz şey hakkında olmadığını öğretti. Kimi sevdiğiniz ve kimin sizi sevdiği hakkında, küçük anlar hakkında, nefes almak hakkında, güneşi görmek hakkında, bir şey, herhangi bir şey hissetmek hakkında… Hâlâ bunların hepsine sahipsiniz ve onlara izin verirseniz bu şeyler sizi kurtarabilir.”

Kemal elindeki hap şişesine baktı. Fatma yumuşakça aldı ve bir kenara koydu. “Bugün değil, bu şekilde değil. Hayat öldürmek isteyecek kadar kötüyse o zaman farklı yaşamayı deneyerek kaybedecek hiçbir şeyiniz yok. Bana otuz gün verin. Benim gibi yaşamayı denediğiniz otuz gün… Sıradan insanlar gibi, beklenti olmadan, baskı olmadan, sadece var olmak… Ve otuz gün sonra hâlâ buna değmediğini hissediyorsanız o zaman o zaman seçiminizdir. Ama kendinize bir şans verin. Bana size hayatın bitmediğini gösterme şansı verin.”

Kemal ona baktı ve üç ay içinde ilk kez umutsuzluk olmayan bir şey hissetti. Meraktı, şüpheydi. Ama aynı zamanda bir kırıntı, küçük bir umut kırıntısı…
“Otuz gün mü?” diye fısıldadı.
“Otuz gün. Tek istediğim bu.”
Kemal başını salladı yavaşça, tereddütle. Ama evet. “Tamam. Otuz gün.”

Ertesi sabah Fatma saat altıda Kemal’in dairesine geldi. O, uyuyan gözlerle, buruşmuş giysilerle bir kabus gecesinden sonra üç saat uyumuş biri gibi görünen Kemal kapıyı açtı.
“Bu kadar erken burada ne yapıyorsun?” diye sordu Kemal.
“Otuz günün birinci günü. Şimdi başlıyoruz.”
“Neye başlıyoruz?”
“Hayata. Giyinin. Yapacak çok şeyimiz var.”

Kemal itiraz edemeyecek kadar yorgundu, giyindi. Fatma onu dışarı çıkardı. Arabada değil, Kemal son arabasını satmıştı. Yürüyerek… Kasımın soğuk havasında İstanbul’da yürüdüler. İnsanlar yanlarından aceleyle geçti. Kimse Kemal’i tanımadı. Ya da tanıdılarsa göstermediler. Fatma onu Kadıköy pazarına götürdü. Pazar, sebze, meyve, et, peynir satan köylülerle doluydu. Kaotikti, gürültülüydü, hayat doluydu.

“Neden buradayız?” diye sordu Kemal.
“Çünkü yemek yememiz gerekiyor ve akşam yemeği için malzeme alacağız.”
“Yemek yapmayı bilmiyorum.”
“Öğreneceksiniz.”

Fatma ona taze domates seçmeyi öğretti, daha iyi bir fiyat için satıcıyla pazarlık yapmayı, etin taze olup olmadığını nasıl anlayacağını… Tüm hayatı boyunca Michelin yıldızlı restoranlardan akşam yemeği sipariş eden Kemal, şimdi patates almayı öğreniyordu. Sonra eve gittiler. Fatma ona sebzeleri yıkamayı, soğanı kesmeyi öğretti. Kemal ağladı. Sadece soğandan değil, basit bir Türk güveç yapmayı büyükannesinin çocukken yaptığı gibi…
“Hoşuna gittiyse bir beğeni bırak,”