Milyoner bebek her gün dolabı işaret ediyordu. Temizlikçi açtı ve inanamadı. ŞOK EDİCİ.

.
.

Milyoner Bebeğin İşaret Ettiği Dolap

1. Beyaz Labirent

Lara falezlerine yaslanmış, Akdeniz’in tuzlu rüzgârını doğrudan içine çeken siyah-mavi camlı malikane, dışarıdan bakan biri için bir mimarlık dergisinin kapağından fırlamış gibiydi. Uçurumun üzerinde duruyor, dalgaların köpüğüyle gökyüzünün mavi tonları, evin parlak yüzeyinde kırılıyordu.

Seda, o eve ilk adımını attığında, güzellikten çok başka bir şey hissetti: soğukluk.

Zemin, insan yüzünü aynalar gibi yansıtan beyaz mermerlerle kaplıydı. Tavandaki dev avizenin kristalleri, Sabah güneşini parçalayarak duvarlara vuruyor, koridoru bir soruşturma odasına çeviriyordu sanki.

İlk iş gününün üçüncü sabahıydı. Henüz Antalya’ya geleli bir ay olmuştu. Konya’dan, “Burada iş çok,” diyen bir kuzenin tavsiyesiyle çıkıp gelmiş, birkaç evde deneme temizliği yaptıktan sonra, bir tanıdığın aracılığıyla Cenk Alkan’ın evine temizlikçi olarak girmişti.

Elinde sarı temizlik eldivenleri, koridordaki uzun halının üzerinden süpürgeyi yavaşça geçiriyordu. Sessiz adımlar, sessiz bir ev.

Tam o sırada, arkasından gelen tekerlek sesini duydu. Döndü.

Dar, kare yüzlü, lacivert bebek arabasında oturan çocukla göz göze geldi. Mert’ti bu.

On sekiz aylık, sarı saçlı, iri gözlü bir bebek. Üzerinde markasını bilmediği, ama tek kumaşına bakınca bile pahalı olduğunu anladığı mavi bir tulum vardı. Fakat gözlerindeki ifade, yaşına göre fazla ciddiydi. Sanki dünyadan fazlasını görmüş, fazlasını anlamış bir çocuk gibiydi.

Arabanın arkasında, lacivert üniforması içinde Nergis yürüyordu. Nergis, bu evin baş hizmetçisiydi; on iki yıldır burada çalışıyor, bunu omuzlarının dikliğinden, adımlarının sertliğinden ve bakışlarının keskinliğinden belli ediyordu.

Seda, süpürgesini durdurdu, hafifçe kenara çekildi. Bebek arabası tam yanından geçerken, beklenmedik bir şey oldu.

Mert, gövdesini yana doğru uzattı. Bir yaşındaki bir çocuğun yapamayacağı kadar bilinçli bir hareketle, küçük kolunu havaya kaldırdı ve koridorun sonundaki gömme dolabı işaret etti.

Parmağı titriyordu.

Gözleri, dolabın beyaz panellerine mıhlanmıştı. Dudakları aralandı ama kelimeler tam çıkmadı. Seda, bebeğin yüzündeki o yoğun ifadeyi görür görmez ensesinden aşağı bir ürpertinin indiğini hissetti.

Göz ucuyla dolaba baktı. Koridorun sağ duvarına gömülü, altın rengi kulplu, beyaz panelli sıradan bir dolap… Bu evdeki diğer mobilyalar gibi pahalı, sade ve ruhsuz.

Yine de Mert’in işareti, bu sıradan dolabı bir anda evin merkezi, görünmeyen bir şeyin saklandığı bir düğüm noktası hâline getirmişti.

“Mert!” dedi Nergis. Sesi, koridordaki sessizliği bir kırbaç gibi yardı. “Bakma oraya.”

Bebek, irkilir gibi oldu. Parmağı havada asılı kaldı. Gözleri Seda’ya, sonra yeniden dolaba kaydı.

Nergis, arabayı kendine doğru çekti. Hareketi gereğinden sertti. Seda, süpürgenin sapını biraz daha sıkı kavradı.

İçinde tarif edemediği bir his kabarıyordu. Merak mı, korku mu, yoksa ikisinin tuhaf bir karışımı mı?

“Bir sorun mu var?” diye sordu, sesi istemsizce kısık çıkmıştı.

Nergis başını çevirmedi, gözlerini dolaptan ayırmadan konuştu:

“Sen işine bak. Koridoru temizle. O kadar.”

Cümlenin arkasında sadece uyarı değil, tehdit de vardı. Seda dudaklarını ısırdı, başıyla hafifçe onayladı. Fakat iç sesi susmadı.

On sekiz aylık bir çocuk, her geçtiğinde aynı yeri işaret eder miydi? Tesadüf müydü bu?

Dolap, onun için başlangıçta sadece tozu silinecek, kulpları parlatılacak bir yüzeydi. Şimdi ise içine bakılmamış bir yara gibi zihnine yer etmişti.

Günün geri kalanında, salonu, banyoları, mutfağı temizlerken, ne zaman merdivenlerden inse, gözleri farkında olmadan koridorun sonuna kayıyordu. Her defasında dolap, sanki yerinden hiç kıpırdamamış ama büyümüş gibi duruyordu.

Evin diğer odaları pahalı tablolar, tasarım koltuklar, kristal vazolarla doluydu. Ama hiçbirinde yaşam izleri yoktu. Ne yerde unutulmuş bir oyuncak, ne sehpa üzerinde aceleyle bırakılmış bir fincan, ne de koltuğun köşesine fırlatılmış bir battaniye… Her şey fazla düzenli, fazla steril, fazla planlıydı.

Öğle saatlerinde, evin kapısı kodlu kilidini açtı. İçeri giren adamın varlığını, Seda görmeden hissetti.

Cenk Alkan.

Siyah takım elbisesi kusursuz, kravatı tam yerinde, saçları jöleyle geriye taranmıştı. Gözleri, dış dünyanın karmaşasını içeri taşımıyor, tam tersine, girdiği her ortamı kendi düzenine zorla sokuyordu.

Seda mutfak tezgâhını silerken, salon tarafından gelen boğuk konuşmaları duydu.

“Mert bugün yine başladı,” dedi Nergis’in sesi. “Koridordaki dolabı işaret ediyor.”

Cenk’in sesi daha alçaktı ama tonlaması çelikten bir bıçak gibiydi.

“Sen izin verdin mi oraya yaklaşmasına?”

“Hayır Cenk Bey. Gözüm üzerindeydi. Sadece çocuk işte.”

Kısa bir sessizlik oldu. Seda, elindeki bezle aynı yeri üç kez silerken, damlayan suyun sesini bile fazla duyarlı kulakları duymaya başladı.

Sonra Cenk’in ayak seslerini duydu. Koridor yönüne doğru yürüyordu. Seda, mutfağın köşesinden sadece gölgesini gördü: uzun, dik, kararlı.

Adam dolabın önünde durdu. Seda, kapı eşiğinden bir santim ileri adım atmaya cesaret edemedi. Yine de kulaklarını dört açtı.

Metalik bir tıkırtı, parmakların dolap kulplarına dokunduğunu haber veren hafif bir ses… Ardından hiçbir şey. Ne kapının açılış gıcırtısı, ne de konuşma…

Sadece bastırılmış bir sessizlik.

Az sonra Cenk’in ayak sesleri tekrar duyuldu; bu kez salona, ardından üst kata doğru uzaklaşıyordu.

Seda, kalbinin göğsüne sığmadığını hissetti. Basit bir dolabın önünde durup hiçbir şey söylemeden yürüyüp gitmek, sıradan bir davranış değildi.

Koridordaki dolap, artık sadece çarşafların ya da temizlik malzemelerinin durduğu bir yer olamazdı.

2. Evdeki Gölgeler

O akşam, kendi küçük odasına çekildiğinde, pencereden görünen Akdeniz manzarası bile içini hafifletmeye yetmedi.

Oda dardı. Bir yatak, küçük bir komodin, üzerinde ucuz bir saat ve kızının fotoğrafı.

Kızının gülümseyen yüzüne baktı. Konya’daki küçük evlerini, dar sokakları, komşuların birbirine selam verişini, çocukların sokakta top oynayışını düşündü. Buradaki sessizlik, oradaki gürültüyü özler hâle getiriyordu.

Telefonunu eline aldı. İnternette gezinirken parmakları, farkında bile olmadan, arama çubuğuna bir cümle yazdı:

“Bebek sürekli aynı dolabı işaret ediyor, ne anlama gelir?”

Forum sayfaları doldu. Anneler, psikologlar, meraklı kullanıcılar yazmıştı. Kimi, çocukların enerjilere duyarlı olduğunu, kimi travma işareti olabileceğini söylüyor, kimi de “boş ver, çocuk işte” deyip geçiyordu.

Bazıları, çocukların evde saklanan sırları, şiddeti veya kaybolmuş birini böyle işaret ettiğini anlatıyordu.

Seda’nın içi karardı. Telefonu kapattı.

Sabaha karşı, tam uykuya dalacakken, üst kattan ince bir ağlama sesi duydu. Mert’in sesi… Önce kısa kısa, sonra daha hıçkırıklı… Ardından birdenbire kesildi.

Sanki biri ağzını kapatmış ya da bir düğmeye basıp sesi kısmış gibiydi.

Seda, yatağında doğruldu. Kulak kabarttı. Ev, yine o boğucu sessizliğe gömüldü. Sanki hiçbir şey olmamıştı.

O an, içinden silinmeyecek bir düşünce geçti: Bebeklerin dili yok. Ama gösterdikleri yerler, gösterdikleri şeyler tesadüf değil.

Ertesi sabah, koridoru paspaslarken, gömme dolabın altındaki ince toz çizgisinin bozulduğunu fark etti. Sanki kapaklar gece hafifçe aralanmış ve tekrar kapanmıştı. V şeklinde ince bir çizgi…

“Sadece benim hayalim,” diye fısıldadı kendi kendine. Ama iç sesi onu yalancı çıkardı.

“Hayal dediğin, bazen görmezden geldiğin gerçeğin ta kendisidir,” diyordu.

O gün, Mert yine dolabın önünden geçerken parmağını uzattı. Gözlerini dolaba dikti. Dudaklarından boğuk bir kelime döküldü:

“Anne…”

Seda, nefesini tuttu. Yutkunmakta zorlandı.

Nergis, arabayı bir kez daha sertçe çevirdi.

“Yeter, Mert,” dedi sinirle. “Sus artık. Aşağıda kahvaltı var. Dolapla konuşulmaz.”

Dolapla konuşulmaz.

Seda, bu cümlenin ağzından istemeden dökülmüş bir refleks olduğunu hissetti. Sanki bu evde daha önce de birileri dolapla konuşmuş, birileri bu cümleyi defalarca söylemişti.

Mert, uzaklaştırılırken başını geriye çevirdi. Gözleri Seda’ya takıldı. O bakışta, ne olduğunu bilmeyen ama korkan, yardım isteyen bir masumiyet vardı.

Seda, süpürgeyi çalıştırmayı sürdürdü. Ama artık halının üzerindeki tozu değil, zihninin içindeki sis perdesini dağıtmaya çalışıyordu.

Gün içinde Cenk, telefonla birine, “Aylin artık gündemimizde değil,” dedi. “Basın başka şeylerle meşgul. Sorarlarsa, yurtdışında tedavi görüyor dersiniz.”

Aylin.

Seda, bu ismi daha önce görmüştü. Mert’in oyun odasında bulduğu fotoğraf albümünde, Cenk’in yanındaki kadının altında yazıyordu: “Aylin & Cenk, 2019”.

Albümdeki son fotoğrafta, Aylin kucağında yeni doğmuş Mert’i tutuyor, gülümsemeye çalışıyor ama gözleri boş bakıyordu. Ondan sonra bir daha görünmüyordu.

Bu evde bir zamanlar yaşayan, sonra adı duvarlardan, fotoğraflardan, konuşmalardan silinmiş bir kadın vardı. Ve şimdi, onun adı sadece Cenk’in bastırmaya çalıştığı bir telefonda duyuluyordu.

Seda’nın içinde, meraktan büyük bir şey doğdu: adaletsizlik karşısında duyulan rahatsızlık.

Dolap, artık sadece bir mobilya değildi. Bir şeyin kilidi, birinin mahzeni, belki de birinin mezarıydı.

3. Eski Çalışanların Gölgesi

Seda, marketten dönen teslimatçı Filiz’le sohbet ederken, bu evin geçmişine dair ipuçları yakalamaya çalıştı.

“Bu evde benden önce temizlikçi çalışmış mı?” diye sordu.

“Çalışmaz mı?” dedi Filiz. “Ama hiçbirisi uzun kalamadı. En son Esma vardı. Güzel, sessiz bir kızdı. Bir gecede kayboldu, hiç kimseye haber vermeden. Telefonu da açmamaya başladı.”

“Neden gittiğini biliyor musun?”

Filiz, omuz silkti ama gözlerinde tedirgin bir parıltı vardı.

“Bir keresinde bana, ‘Filiz abla, bu evde garip sesler duyuyorum,’ demişti. Ben de ‘eski evler öyledir, mermer çok, yankı yapar,’ dedim. Ama sonra o garipleşti. Sanki bir şey görmüş gibi. Son gününde çıkarken bana şunu söyledi: ‘Bu evde bazı kapılar içindekileri dışarı çıkarmak için değil, dışarıdakileri içeride tutmak için kilitlenir.’”

Bu cümle, Seda’nın omurgasından aşağı buz gibi bir şey göndermişti.

İçeride tutmak… Kimi, neyi?

O gece, Seda uyumadan önce telefonundan Aylin Alkan’ı arattı. Eski bir sosyal medya hesabı buldu. Son paylaşım, hamileyken deniz kenarında çekilmiş bir fotoğraftı. Altında, “Şu bebişi kucağıma alacağım günü iple çekiyorum,” yazıyordu.

Tarih, neredeyse iki yıl öncesine aitti.

Altındaki yorumlarda, arkadaşlarının, “Neredesin Aylin?”, “Ses ver kız!” diye yazdığını gördü. Hiçbirine cevap yoktu.

Seda, telefonu kapattı. Göğsünde büyüyen düğüm, artık sadece merak değildi. Bir kadının kayboluşuna dair, kimsenin takip etmek istemediği bir izdi.

Ve her gece, aynı saatlerde, evin içinde ağır, kontrollü adımlar duyuluyordu.

Bir gece, dayanamayıp kapıyı araladı. Koridor karanlıktı. Yukarıdan, Mert’in odasının oradan bir gölge geçti.

Cenk, elinde küçük bir tepsiyle, koridorun sonuna yürüdü. Seda, merdivenlerin gölgesine çekilip nefesini tuttu. Cenk, dolabın önünde durdu. Elini gömme paneldeki siyah cama koydu.

Kısa bir bip sesi.

Dolabın kapakları, içeri manzarayı gizleyerek hafifçe açıldı. Seda, içeriyi net göremedi, ama sıradan raflar yerine, karanlık bir boşluk gördü.

Cenk, tepsiyi içeri doğru uzattı. Sonra kapıyı sessizce kapattı, panel ışığı söndü ve adam, sanki sadece mutfağa gidip su içmiş gibi, olağan bir şekilde merdivenlerden geri çıktı.

Seda, titreyen dizleriyle odasına döndü. Artık elinde kanıt vardı: Dolabın arkasında bir oda vardı.

Ve o odada biri vardı.

4. Anahtar ve Kapak

Ertesi sabah, kahvaltı masasında Cenk, hiç kimsenin yokluğunu hissedemeyeceği şekilde gazetesini okuyor; Nergis, sessizce sofrayı toparlıyor; Mert de mama sandalyesinde yoğurdunu kaşıklıyordu.

Sede’nin içi kaynıyordu. Ama yüzünde hiçbir şey belli etmemeye çalıştı. O evde, gerçeği tek başına bilmek, susmak demekti. Tek başına konuşmak, başı belaya sokmak demekti.

Cenk, önümüzdeki iki gün için İstanbul’a gideceğini söyledi.

“Projeler var, toplantılar var,” dedi. “Nergis, her şeyi sana emanet. Mert’in düzeni bozulmasın.”

Seda, bu haberi duyduğunda göğsünde bir çarpıntı hissetti. Cenk evden gidecekti. Ev, iki gün boyunca onsuz kalacaktı.

Bu, dolabı açmak için tek fırsatı olabilirdi.

Ama bir sorun vardı: Dolap, parmak iziyle açılıyordu. Muhtemelen Cenk dışında kimsenin parmağı kayıtlı değildi.

Yine de, Seda, umutla kilerin küçük çekmecesini hatırladı.

Kilerde, metal bir kutuda duran anahtarlar… Bunların arasında, dolabın yedek mekanizmasını açacak bir anahtar olmalıydı.

O gün, öğlene doğru Nergis, Mert’i uyutmak için üst kata çıktığında, Seda mutfakta yalnız kaldı. Sessizce kilerin kapısını açtı.

Çekmeceyi buldu, metal kutuyu çıkardı. İçindeki anahtarlar düzenli dizilmişti; her birinin ucunda küçük etiketler vardı. “Garaj,” “Depo,” “Servis Kapısı”… Derken, bir tanesi etiket yerine solmuş bir yazıyla işaretlenmişti: “K.K.”

“Koridor Kapi? Gömme Dolap? K.K…” diye düşündü Seda. İçgüdüsü, bu anahtarın o olduğunu söylüyordu.

Anahtarı cebine attı. Kutuyu eskisi gibi yerine koydu, çekmeceyi kapadı. Tam kilerden çıkarken, arkasından Nergis’in sesini duydu.

“Ne yapıyorsun orada?”

Seda döndü. Yüreği ağzına gelmişti.

“Silgi arıyordum,” dedi, ilk aklına gelen bahane. “Tezgâhın altındakini bitirdim.”

“Silgi yukarıda,” dedi Nergis, gözlerini daraltarak. “Lavabonun altında. Kilerde işin yok.”

Seda, başını eğdi. “Pardon,” dedi. “Bilmiyordum.”

Nergis, bir süre daha ona baktı, sonra arkasını dönüp çıktı.

Seda, derin bir nefes aldı. Yakalanmamıştı. Ama şüphe çekmiş olabilirdi.

Öğleden sonra, Cenk bavuluyla evden çıktı. Araba uzaklaştığında, evin duvarları bile ferahlamış gibiydi.

Nergis, çamaşırları asmak için bahçeye çıktı. Mert, odasında öğle uykusundaydı. Ev, nadir görülen bir şekilde boş ve sessizdi.

Seda, kalbi küt küt atarak koridorun sonuna yürüdü. Dolabın önünde durdu. Etrafını kontrol etti; kimse yoktu.

Önce parmak izi paneline dokundu. Birkaç kez denedi, ama panel her seferinde hatalı giriş sesi çıkardı. Zaten, kendisinin parmak izinin kayıtlı olmaması normaldi.

Sonra, daha önce fark etmediği küçük bir detayı gördü: Kulpların altında, çerçeveye gömülü, ince bir anahtar deliği.

Cebindeki anahtarı dizlerine kadar titreyen ellerle çıkardı. Ucunu deliğe soktu. İlk seferde dönmedi, ikinci seferde hafifçe oturdu. Bir klik sesi…

Merkezde gizli bir kilit açılmıştı.

Dolap kapaklarını iki eliyle tuttu. Bir an durdu. Geri dönüş yoktu artık.

Sonra yavaşça çekti.

Kapaklar, sessiz bir itaatle açıldı.

Karşısına, beklediği gibi raflar değil, dar bir metal merdiven çıktı. Merdiven, aşağıya doğru, karanlık bir boşluğa iniyordu.

Seda, telefonunun fenerini açtı. Işığı merdivenin sonuna tuttu. Aşağıda, kapalı bir kapı görünüyordu. Kapının kenarları, ses yalıtım malzemeleriyle kaplanmıştı.

Karar vermek için sadece birkaç saniyesi vardı. Nergis her an içeri dönebilir, Mert ağlayıp annesini çağırabilir, bir şeyler yatabilir.

Ama içindeki ses, “Şimdi değilse, hiçbir zaman,” diyordu.

Merdivenlerden, adımları titreyerek indi.

Her basamak, “yanlış mı yapıyorum?” sorusunu daha gürültülü hale getiriyordu. En altta, karşısına çıkan kapının koluna uzandı. Tokmağı çevirdi.

Kapı, şaşırtıcı şekilde sessiz açıldı.

İçeride, zayıf bir gece lambasının loş ışığında, küçük bir oda vardı: bir yatak, bir masa, duvarda bir raf… Penceresiz, havasız, zamansız bir oda.

Ve yatakta, dizlerini karnına çekmiş, başını eline dayamış zayıflamış bir kadın oturuyordu. Üzerinde kirlenmiş bir sabahlık, saçları dağınıktı. Gözleri, karanlığa alışmış, umudu unutmuş gözlerdi.

Seda’yı görünce, bir an irkildi. Sonra yüzüne, yorgun bir gülümseme ile korkunun karışımı oturdu.

“Sen de mi geldin?” diye fısıldadı kadın, sesi kısık. “Yine ilaç, yine tepsi, yine sus konuşma demek için mi?”

Seda, boğazındaki düğümü yutarak konuştu.

“Hayır,” dedi. “Ben… seni çıkarmaya geldim.”

Kadının gözlerinin içine baktı.

“Sen… Aylin misin?”

Kadın, bu ismi duyunca titredi. Gözbebekleri büyüdü. Dudakları titremeye başladı.

“Benim adımı hâlâ hatırlayan birileri var demek,” dedi. “Evet. Aylin ben. Sen kimsin?”

“Ben Seda. Bu evde temizlikçiyim,” dedi. “Ve… oğlun Mert her gün bu dolabı işaret ediyor. Seni arıyor.”

Aylin’in yüzündeki boşluk, bir anda doldu. Gözlerinden yaşlar süzüldü. Ellerini, Seda’nın koluna götürdü.

“Mert… beni unutmamış mı?” diye sordu titreyen bir sesle.

“Unutmamış,” dedi Seda. “Sen her gün buradayken, o her gün burayı gösteriyor.”

Odanın duvarları, yıllarca sessizliğe alışmış kulaklarıyla bu cümleyi dinliyordu. Zaman, küçük bir oda içinde yeniden hareket etmeye başladı.

5. Aylin’in Hikâyesi

Aylin, önce inanmakta zorlandı. Yıllardır kimse ona adını söylememiş, kimse “nasılsın” diye sormamış, kimse yüzüne doğruca bakmamıştı. Cenk ve Nergis, sadece “ilaç vakti” ve “yemek vakti” olduğunda bu odaya inmiş, ne fazla ne eksik kelime kurmuşlardı.

Seda’nın elini sıkan parmaklarının ucunda, bir umudun titrediğini hissediyordu.

Yavaş yavaş konuşmaya başladı.

“Cenk’le evlendiğimde…” diye başladı, sesi derin bir kuyunun dibinden geliyormuş gibiydi, “her şey normal gibiydi. Tanışmamız, düğünümüz, balayı… hepsi fotoğraflarda görünür ya, aslında çoğu öyle olmaz. Bizde de öyleydi. Ama ben, ‘böyledir herhalde’ deyip sustum.”

Sonra gözleri uzaklaştı.

“Zamanla…” dedi, “kontrol etmeye başladı. Ne giydiğime karıştı. Kiminle görüştüğüme, telefonda kiminle konuştuğuma, Instagram’da kimi takip ettiğime… Evliliğin başında, ‘kıskançlık işte, sevilmek böyle bir şey galiba’ dedim. Yavaş yavaş arkadaşlarımla bağımı kesti. İşten ayrılmamı istedi. ‘Senin çalışmana gerek yok, ben bakarım,’ dedi. O zaman bile, bunun sevgi değil, tahakküm olduğunu anlamak istemedim.”

Mert’e hamile kaldığında, durum daha da ağırlaşmıştı.

“Hamileyken… hormondur diyerek geçiştirdiğim bir mutsuzluk vardı içimde,” dedi Aylin. “Doğumdan sonra… postpartum depresyon dedikleri şey… kendimi kaybettim. Ağlıyordum, sebepsiz yere. Geceleri huzursuzdum. Cenk doktora götürdü. İlaç yazdılar. Ama ilaçları da o veriyordu bana. Bir gün, ‘Çok mu alıyorum, yoksa hiç mi almıyorum,’ diye şüphelendim.”

Derin bir nefes aldı.

“Bir gece… artık dayanamadım,” dedi. “Mert doğmuş, evde. Cenk yine bağırmış, ‘Sen hasta kadının tekisin, bu çocuğa bakamazsın,’ demişti. Ben de… ayrılmak istediğimi söyledim. O gece… iğne yaptılar. Bana ‘sakinleşmen lazım’ dediler. Uyandığımda… bu odadaydım.”

Parmakları, duvardaki ses yalıtım süngerlerine dokundu.

“Arada… ışıkları açtılar. Arada ilaç getirdiler. Arada yemek. Ama çoğunlukla karanlık. Kaç gün geçti, bilmiyorum. Bir ara, yukarıdan Mert’in ağlama sesini duydum. İlk zamanlar sık sık duyuyordum. Sonra… daha az. Son aylarda… hiç.”

Seda, boğazının yanmaya başladığını hissetti.

“Neden?” diye sordu. “Neden seni buraya kapattı?”

“Cenk, imaj takıntılı biri,” dedi Aylin acı bir gülümsemeyle. “Medyada, ‘başarılı iş adamı, mutlu aile’ pozları vermeyi seviyor. Ben… ona göre ‘kusur’ oldum. Depresyon, panik atak, ilaç… hepsi, onun gözünde zayıflık. Beni hastaneye yatırsa, aileler, avukatlar tartışacak, belki boşanma davası açacaktım. Onun için en kolayı neydi? Beni ortadan kaldırmak. Ama öldüremeyecek kadar korkak. O yüzden… beni sakladı.”

Seda, o adamın koridordaki gölgesine yeniden baktı zihninde. Soğuk, hesapçı, her şeyi kontrol etmeye alışmış bir adam… Kendi karısını, evin içinde, bir dolabın arkasına kapatabilecek kadar.

“Peki… Nergis?” diye sordu Seda tereddütle. “O neden yardım etti?”

Aylin’in yüzü sertleşti.

“Nergis… yıllardır bu evde,” dedi. “Cenk, onun hayatını da avucunda tutuyor. Ona borç verdi, oğlunun ameliyat parasını ödedi, ailesine iş buldu. Nergis, ona karşı gelmekten korkuyor. Başta bana acıyordu. Her tepsi getirdiğinde, gözümü kaçırıyordu. Ama zamanla, o da bu düzenin parçası oldu.”

Sesini alçalttı.

“Belki… bir yerinde hâlâ vicdan vardır,” dedi. “Ama bu kapıyı açmak için korkusunu yenemedi. Sen… nasıl cesaret ettin?”

Seda, bir an cevap veremedi. İçinden, kendi kızının fotoğrafı geçti.

“Kızım var,” dedi sonunda. “Konya’da, anneannesiyle. Bir gün… biri onu böyle bir yere kapatsa… onun sesini duymazdan gelinse… birileri koridordan geçip gitse… ben bunu kaldıramam. Mert gerçekten her gün burayı gösterdi. Sanki… annesinin buradan çıktığını hatırlıyordu. O çocuğun parmağı beni buraya getirdi.”

Aylin, gözlerini Seda’dan ayırmadı.

“Seni hiç tanımıyorum,” dedi, “ama şu an… hayatımdaki en önemli insansın.”

Bu cümle, Seda’ya ağır geldi. Ama geri adım atmayacaktı.

“Buradan çıkacağız,” dedi. “Şimdi.”

6. Yüzleşme

Aylin, ayağa kalkmaya çalıştı ama bacakları titredi. Aylarca, belki de bir yıl boyunca, dengesiz, kısıtlı hareketlerle yaşamıştı; kasları zayıflamış, nefes alışverişi bile çabalamaya dönüşmüştü.

Seda, omzuna kolunu doladı, onu yavaşça merdivene doğru yönlendirdi. Her basamakta, Aylin’in nefesi hızlanıyor, dizleri titriyordu.

Tam üst katta koridora çıkmaya hazırlanırken, ışık açıldı.

Mermer zeminde, terliksiz ayakların tıkırtısı yankılandı. Işığın parlaklığında, karşılarında Cenk belirdi.

Ellerini cebine koymuş, yüzünde sakin ama ürpertici bir ifade vardı.

“Seda,” dedi, sesi sakin ama içi tehdit doluydu. “Demek merakın, temizlik çizelgelerini aşmış.”

Seda, refleksle Aylin’in önüne geçti. Aralarına incecik, titrek bir duvar ördü bedeninden.

“Bu kadını… buradan çıkarıyorum,” dedi. Kendi sesine kendisi şaşırdı; beklediğinden daha net, daha kararlıydı.

“Öyle mi?” dedi Cenk. “Nereye? Penceresi bile olmayan tek iş bulabildiğin kafene mi? Yoksa Konya’daki iki odalı eve mi?”

Cenk, bir adım daha yaklaştı. Seda’nın içindeki korkuyu kokluyormuş gibi.

“Aylin hasta,” dedi. “Onu koruyorum. Dışarıda, basının, ailesinin, avukatların içinde boğulurdu. İçeride… huzurlu. Tedavisini alıyor.”

“Yalan,” diye fısıldadı Aylin. İlk defa, doğrudan Cenk’e baktı. “Sen beni kendinden, kariyerinden, imajından koruyorsun. Dışarıda, ‘karısını yok etti’ demelerinden korkuyorsun. En kolayını yaptın. Beni sildin.”

Cenk, küçümseyici bir sesle güldü.

“Depresyonun orta yerinde, intihara meyilli, çocuğuna bakamayan bir kadındın sen,” dedi. “Hâlâ da öylesin. Seda, sen ne yaptığını sanıyorsun? Bir hastayı hücresinden mi çıkarıyorsun? Polis çağıracağını mı zannediyorsun? Bu evin etrafı, kamera, alarm, özel güvenlik…”

Tam o sırada, yukarıdan başka bir ışık yandı. Merdivenlerden Nergis indi. Yüzü solgundu, elleri titriyordu.

Cenk ona döndü.

“Nergis, anlat şu kıza,” dedi. “Aylin’in buradan çıkamayacağını, bunun onun iyiliği için olduğunu söyle.”

Nergis, birkaç saniye boyunca, Cenk ile Seda arasında gidip gelen bakışlarla durdu. Sonra elini cebine attı. Bir telefon çıkardı.

“Polis geliyor,” dedi, sesi kısık ama kararlı. “Ben aradım.”

Cenk’in yüzü, bir anlığına şekil değiştirdi. Soğuk maskesi çatladı.

“Ne yaptın sen?” diye sordu.

“Nefes alamıyorum artık Cenk Bey,” dedi Nergis. “Bu kadarını… bu kadarını kaldıramıyorum. Yıllardır susuyorum. Ama bir insanı, kendi evinde, kendi çocuğundan saklamak… bu günah çok büyük. Bana borçlarınız, oğlumun tedavi parası… hepsi helal olsun. Ama bu kadın burada çürürken, ben kendi yatağımda yatamıyorum artık.”

Aylin, gözlerinden yaşlar süzülürken Nergis’e baktı. İçinde, nefretle şükranın garip bir karışımı vardı.

“Sen de ortağıydın,” dedi acıyla. “Ama bugün… bir şeyi olsun doğru yaptın.”

Uzaktan siren sesleri duyuldu. Gittikçe yaklaştı. Ev, dışarıdan kırmızı-mavi ışıklarla boyanırken, içerideki beyaz labirentte, ilk kez bir çatlak açılmıştı.

Polisler eve girdiklerinde, Cenk’in inkarları, avukat çağırma tehditleri, “psikolojik vaka” savunmaları, hepsi havada asılı kaldı. Bodrumdaki oda, ses yalıtımı, kilit sistemi, Aylin’in durumu, hepsi birer birer kayda geçti.

Bir polis memuru, “Bu, özgürlüğün kısıtlanması ve hürriyetten mahrum bırakma,” dedi. “Ayrıca psikolojik şiddet. Bunu savunamazsınız.”

Cenk, kelepçelenip dışarı çıkarılırken, son bir kez Seda’ya baktı. Gözlerinde hâlâ bir pişmanlık yoktu; sadece, “planım kusursuzdu, nerede hata yaptım?” diyen bir hırs vardı.

Seda, o bakışı gördü ve ilk kez şunu düşündü: Bazı insanlar için hapishane, duvarların ardı değil, kendi kafalarının içiydi.

7. Sonrası

Aylin, ambulansla hastaneye kaldırıldı. Vücudu zayıflamış, ama tıbbî olarak toparlanması mümkün görünüyordu. Psikiyatri servisi, onun kendi iradesi dışında tutulduğuna dair ilk raporu yazdı.

Mert, geçici olarak bir koruyucu aileye teslim edildi. Bu, prosedürdü; anne ile görüşmesi, ancak uygun ortam sağlanınca mümkün olacaktı.

Ama birkaç gün sonra, doktorların onayıyla, kontrollü bir buluşma gerçekleşti.

Seda da o gün, hastanenin koridorunda hazır bulundu. Bir köşeden, Aylin’in odaya getirilişini izledi. Arkadan da Mert, sosyal hizmet uzmanının kucağından, annesine doğru en başta temkinli, sonra hızlanan adımlarla yaklaşırken…

Aylin, oğlunu kucağına aldığında, ikisinin etrafındaki dünya sustu. Mert, küçük elleriyle annesinin yüzünü yokladı, saçlarını çekiştirdi, sonra başını göğsüne gömdü.

“Anne,” dedi.

Aylin, boğazına oturan düğümü konuşarak açmaya çalıştı.

“Buradayım,” dedi. “Hiç gitmedim. Sadece… bulamadığın bir yere saklandım.”

Seda, gözlerinden süzülen yaşları silmeye çalışırken, Aylin’le göz göze geldi. Hiçbir şey söylemeden, sessiz bir teşekkür geçti aralarında.

Seda, “Rica ederim,” demek yerine, sadece başını eğdi.

Hastane çıkışında, bir gazeteci, Cenk’in davasını konu alan küçük bir haber yazdı: “Ünlü iş insanı, eşini 8 ay boyunca kendi evinde gizli odada tuttu.”

Seda’nın adı geçmedi. Polis, onu “ismini açıklamayan tanık” olarak kayda almış, kimliğini korumuştu.

O da zaten adının gazetede çıkmasını istemezdi. Yaptığı şeyin ödülü, bir manşet değil, bir çocuğun anne kokusunu bulmasıydı.

Birkaç hafta sonra, Seda yeni bir işte çalışmaya başladı. Bu kez, küçük bir sahil kafesinde. Masaları silerken, kahveleri taşırken, deniz kokusuyla karışan insanların sıradan sohbetleri, ona iyi geldi.

Artık temizlik yaptığı ev, devasa cam yüzeyli, mermer zeminli bir malikane değildi. Küçük, beyaz badanalı, sarmaşıklarla süslü bir aile kafesiydi. Sır saklamayan, odalarında gizli kapılar olmayan bir yer…

Yine de, ara sıra geceleri uyandığında, gözlerini kapattığında, o koridoru, o dolabı, Mert’in uzattığı küçük parmağı görüyordu.

Her seferinde, içinden aynı cümle geçiyordu:

“İyi ki açtım o kapıyı.”

Çünkü biliyordu ki, hayat bize bazen öyle anlar sunar ki, verdiğimiz karar sadece bizim kaderimizi değil, başkalarınınkini de değiştirir.

O gün koridorda, dolabın önünde durup geri dönseydi, Aylin belki hâlâ o karanlık odada, kimsenin bilmediği bir zamanda donmuş kalacaktı.

Mert, her gün dolabı işaret etmeye devam edecek, belki de bir süre sonra vazgeçecek, annesini zihninde giderek silikleştirecekti.

Ama bir kadın, merakını korkusundan büyük tuttu. Bir çocuk, annesini hatırlayacak kadar inatçı oldu. Bir başka kadın, yıllarca suskun kaldıktan sonra vicdanını seçti.

Ve bir kapı açıldı.

Ne kadar lüks, ne kadar gösterişli olursa olsun, hiçbir ev, içindeki insanın özgürlüğünden daha değerli değildi.

Seda, bir gün kafede masaları silerken, radyoda yumuşak bir şarkı çalıyordu. Bir müşteri, kahvesinden bir yudum alıp yan masaya, küçük kızına bakarak,

“Annen seni çok seviyor,” dedi.

Seda, içinden, “Dünyada bazı çocuklar annelerine dokunamaz ama onları işaret eder,” diye düşündü.

Çalıştığı kafede dolaplar sıradan, kapılar normaldi. Yine de, ne zaman bir kapıyı kapatsa, ardında bir şey bırakmadığından emin olmak için iki kez kontrol ediyordu.

Çünkü artık biliyordu:

Bazen en küçük işaretler, en büyük sırları ortaya çıkarır.

Ve bazen, bir dolabı açmak, bir hayat kurtarır.

.