MİLYONERİN ÜÇÜZLERİ HİÇ YÜRÜMEMİŞTİ. AMA YENİ TEMİZLİKÇİ GELDİĞİNDE İMKÂNSIZ GÖRÜNEN BİR ŞEY OLDU

.
.

Milyonerin Üçüzleri Hiç Yürümemişti. Ama Yeni Temizlikçi Geldiğinde İmkânsız Görünen Bir Şey Oldu

Ankara’nın seçkin Çankaya semtinde, Erdem Akıncı’nın ihtişamlı konağı, Türkiye’nin en başarılı müteahhitlerinden birinin servetinin ve gücünün simgesi olarak yükseliyordu. Üç katlı bu görkemli yapı, sadece mutfağına döşenmiş 200 metrekare Afyon mermeriyle bile göz kamaştırıyordu. Osmanlı mimarisinden esintiler taşıyan detayları, geniş pencereleri ve lüksüyle adeta bir saray gibiydi. Ancak bu şaşaalı evde, gerçek yaşamdan uzak, sessiz bir türbe havası hakimdi.

Bir yıl önce, Erdem Bey’in eşi Meltem Hanım, üçüzlerini dünyaya getirirken hayatını kaybetmişti. Üçüzler Selin, Mert ve Deniz, henüz üç yaşındaydılar ama bacakları hiç hareket etmiyordu. Doğum sırasında oluşan nörolojik hasar nedeniyle, dört kıtadan 12 uzman aynı karara varmıştı: çocuklar asla yürüyemeyecekti. Erdem Bey, her gece gözyaşları içinde dua ederken, “Allah’ım neden çocuklarım? Neden benim yavrularım?” diye sızlanıyordu.

Servetinin 5 milyar lirası İsviçre’de deneysel tedavilere, Amerika’daki hücre terapilerine, Almanya’daki riskli ameliyatlara akıtılmıştı. Elit fizyoterapistler, pahalı tıbbi ekipmanlar ve 24 saat bakıcılar üçüzlerin etrafını sarmıştı. Ancak küçük bedenleri, modern tıbbın geri döndürülemez kabul ettiği bu durumun mahkumlarıydı.

Selin, özel sandalyesinden gülümsemeye çalışıyor, Mert ise babasının yeşil gözlerini almış, keşfedemediği dünyayı izliyordu. Deniz ise minik kollarını, ulaşamadığı oyuncaklara uzatıyordu. Bir gün Deniz pencereden dışarı bakıp, “Baba, kuşlar neden uçabiliyor?” diye sormuştu. Erdem’in boğazına yumru oturmuştu; çünkü “Allah onlara kanatlar vermiş oğlum,” demişti titreyen bir sesle. Deniz’in “Peki bize neden bacaklar verdi ama kullanamıyoruz?” sorusu ise Erdem’in kalbini paramparça etmişti.

Geceleri çocuklar uyuduktan sonra, Erdem Bey büyük salonda tek başına oturup rahmetli eşinin fotoğrafına bakıyordu. “Seni çok özlüyorum Meltem,” diye fısıldar, “Çocuklarımıza nasıl yardım edeceğimi bilmiyorum. Tüm param, tüm gücüm hiçbir işe yaramıyor.” Muhteşem konak içinde yankılanan yalnızca çaresizlik ve derin hüzündü.

Ekim ayının soğuk bir sabahı, Akıncı Konağı’nın rutinine beklenmedik bir değişiklik geldi. Temizlik şirketi yeni bir personel göndereceğini bildirdi. Narin Yıldız, 29 yaşında, mükemmel referanslara sahip, son derece sorumluluk sahibi bir kadındı. Erdem Bey bu habere pek aldırmadı; ev çalışanları onun gözünde birbirinin yerini alabilen, sessizce işlerini yapıp giden insanlardı.

Narin, sabah 7’de elinde eski bir bez çanta ve ev yapımı çay termosuyla geldi. Erdem Bey’in beklediğinden daha gençti. Ellerinde yılların zorlu çalışmasının izleri vardı, gözlerinde ise yorgunlukla karışık sessiz bir kararlılık. Sadece “Günaydın” dedi, diğer çalışanların konağa karşı duyduğu korku dolu saygıyı göstermeden.

Erdem Bey temel kuralları açıkladı: katı saatler, kısıtlı alanlar ve üçüzlerin tıbbi terapilerini bölmemesi için açık talimatlar. Narin sakinlikle başını salladı, verilen üniformayı aldı ve hizmetli bölümüne doğru yöneldi.

“Çocukların odasına yalnızca ben izin verirsem girebilirsin,” dedi Erdem Bey soğuk bir sesle. “Onlar özel bakıma muhtaç.”

Narin durdu, doğrudan Erdem Bey’in gözlerine baktı: “Üçüzleriniz olduğunu duydum. Allah bağışlasın.” Bu içten sözler Erdem Bey’i hazırlıksız yakaladı. Başını salladı ve ofisine yöneldi.

Olağanüstü bir şey mutfağı ilk kez turlarken gerçekleşti. Üçüzler özel sandalyelerinde oturmuş, bahçe duvarının diğer tarafında özgürce koşup oynayan mahalle çocuklarını hüzünle izliyorlardı. Küçük yüzleri derin bir üzüntüyü yansıtıyordu.

Narin, bu dokunaklı sahneyi izledi ve her şeyi değiştirecek bir karar aldı. Önlerinde diz çöktü ve tanınmayan bir ezgiyi mırıldanmaya başladı. “Deniz Kızı Masalı” adlı Karadeniz’in derinliklerinden gelen eski bir halk şarkısıydı bu. Sesi ipek gibi havada süzülürken, çocukların gözleri merakla ona döndü.

“Bu şarkıyı anneannem bana söylerdi,” dedi Narin. “Denizin altında bacakları olmayan ama yüreği gökyüzü kadar geniş bir kız varmış.”

“Bacakları yok muymuş?” diye sordu Mert.

“Bizim gibi mi?” Narin tatlı bir gülümsemeyle başını salladı. “Evet, bacakları yokmuş ama öyle güzel yüzermiş ki bütün deniz canlıları ona hayranmış.”

Selin ve Deniz de artık dikkatle dinliyordu. Çocukların gözlerinde aylar boyunca hiç görülmemiş bir ışıltı, merak ve umut karışımı küçük bir kıvılcım belirmişti.

Erdem Bey, günlük güvenlik kamerası görüntülerini kontrol ettiğinde çocuklarının uzun zamandır görmediği bir şekilde güldüklerini fark etti. Narin’in söyledikleri sessiz konakta daha önce yankılanan herhangi bir sesten farklıydı. Karadeniz’in derin sularından gelen kadim bir Laz ezgisi, sakin bir sahilde dalgaların kumları okşaması gibi yumuşak ve ritimliydi.

Narin elleri havada zarifçe hareket ederken görünmez şekiller oluşturuyor, üçüzler merakla onu takip ediyordu. “Denizin dibinde bir kız varmış. Bacakları yokmuş ama kalbi varmış,” diye mırıldandı. Selin’in hareketsiz bacaklarını ezginin ritmiyle nazikçe hareket ettirmeye başladı. Bu, soğuk ve klinik terapilerden farklıydı. Müzikaldi, doğaldı, organikti. Sanki beden unutmuş bir enstrümanın orijinal melodisini sabır ve sevgiyle hatırlatmak gerekiyordu.

“Bacaklarını neden oynatıyorsun?” diye sordu Deniz şaşkınlıkla.

“Doktorlar hareket ettirmememiz gerektiğini söylediler,” dedi Deniz.

“Neden? Bacaklar müziği duymak ister,” dedi Narin gülümseyerek.

Mert ilk tepki veren oldu. Aylardır evde duyulmayan berrak ve içten bir kahkaha attı. Kristal gibi neşe sesi, mermer duvarlarda göksel müzik gibi yankılandı. Deniz küçük elleriyle coşkuyla alkışladı, Selin kollarını Narin’e doğru uzattı.

“Şimdi birlikte çalalım,” dedi Narin. Mutfak masasından tahta kaşıkları aldı ve Karadeniz’in geleneksel kaşık oyununu çocuklara öğretti. İlk başta beceriksizce, sonra giderek daha koordineli bir şekilde taklit etmeye başladılar. Küçük elleri, hiçbir fizyoterapistin başaramadığı bir şekilde amaca yönelik hareket ediyordu.

“Anneanneme kaşık oyununu kim öğretti biliyor musunuz?” diye sordu Narin çocukların meraklı bakışlarını üzerinde hissederek.

“Kim?” diye sordular üçü birden.

“Deniz’den gelen bir yolcu. Bacakları yokmuş ama öyle güzel müzik yaparmış ki tüm köy onun etrafında toplanır, gece boyu dans edermiş.”

“Bacakları olmadan nasıl gelmiş köye?” diye sordu Selin mantıklı bir şekilde.

Narin gülümsedi: “Bazen bedenimiz istediğimiz yere gidemez ama yüreğimiz her yere ulaşabilir.”

Erdem Bey, göğsünde bir şeylerin hareket ettiğini hissetti. Meltem’in gidişinden beri öldüğüne inandığı bir duygu, sert bir kışın ardından açan bir çiçek gibi filizlenen saf ve basit bir umuttu.

Tam bir yıl sonra Akıncı Konağı, unutulmuş çocuk mutluluğunun sesiyle dolmuştu. O gece güvenlik kayıtlarını incelerken Erdem, Narin’in temizlik saatleri boyunca ev işlerini sürükleyici bir senfoniye dönüştürdüğünü fark etti. Süpürgenin ritmi perküsyona, bezlerin hareketi büyüleyici bir dansa dönüşüyordu. Narin’in dudakları sürekli dua eder gibi hareket ediyordu. Belki de eski halk inançlarından biriydi bu.

Şehirli Erdem’in küçümsediği şeyler, çocukların gülüşlerini yeniden duymak için her şeye inanmaya hazırdı.

İkinci hafta, bilinen tüm tıbbi mantığa meydan okuyan değişimler başladı. Narin, her temizlik faaliyetini üçüzler için zengin bir duyusal deneyime dönüştüren devrimsel bir rutin geliştirmişti. Süpürgenin ritmik vuruşu, havada sallanan bezler hipnotik bir dansa, farklı yüzeylere vuran elleri ise çocukların taklit etmeye çalıştığı melodilere dönüşüyordu.

Selin, “Bak bakalım toz bezi nasıl dans ediyor,” diyordu. Narin kızı kucağına alıp mutfak masasını parlatırken, “Hissediyor musun bezin masada nasıl kayıp gittiğini, tıpkı Karadeniz’deki dalgalar gibi,” diye fısıldadı.

Selin bezi bağımsız hareket ettirmeye çalışırken sandalyeden sarkan hareketsiz bacakları, Narin’in belirlediği ritme hafifçe tepki veriyordu. Mert ve Deniz sandalyelerinden coşkuyla alkışlıyor, Narin’in yarattığı görünmez müziği hissediyormuş gibi sallanıyorlardı.

Güvenlik kameraları imkânsız anları yakalıyordu. Üçüzler aktif olarak katılıyor, ifadeleri apatiden saf merak ve neşeye dönüşüyordu. Bedenleri, en pahalı tıbbi tedavilerin uyandıramadığı uyaranlara tepki veriyordu.

Bir öğleden sonra Deniz, “Baba, ayaklarımı hissedebiliyorum,” dedi. Erdem yutkundu. “Ne demek istiyorsun oğlum?”

“Narin abla bacaklarımı müzikle uyandırıyor. İçlerinde küçük karıncalar yürüyor gibi hissediyorum,” dedi çocuk gözleri parlayarak.

Karıncalanma sinir aktivitesinin bir işaretiydi. Erdem’in kalbi hızlandı, boğazı kurudu. 12 uzman “imkânsız” demişti. Milyarlarca lira harcamıştı. Ve bu kadın, bu sıradan temizlikçi, mucizeyi gösteriyordu.

Narin utangaç bir gülümsemeyle öne çıktı: “Beyefendi, yanlış anlaşılmasın. Ben sadece memleketimden halk şarkıları söylüyorum. Anneannem her derde deva olduğunu söylerdi.”

“Her derde deva mı? Tıp bilimine karşı mı çıkıyorsun?” dedi Erdem şüpheyle.

“Hayır efendim. Bazen müzik ilaçların ulaşamadığı yerlere ulaşabilir. Bizim oralarda şarkıların şifa verdiğine inanılır.”

Erdem artık işine odaklanamıyordu. Çocukların bilimsel olarak imkânsız görünen ilerlemesine takıntılıydı. Bir akşam gizlice çocukların odasını izlerken, Narin’in Selin’in bacaklarını ovduğunu gördü. Parmakları belirli noktalara hafifçe bastırıyor, dua gibi fısıldıyordu.

Erdem “Ne söylüyorsun?” diye sormak istedi ama kendini tuttu. Kameraların yakalayamadığı ama çocukların yüzlerinde algıladığı başka bir şey vardı. Dünyayla yeni bir bağlantı kuruyorlardı. Günlerin kayıtsızlığı yerini merak, neşe ve saf umuda bırakıyordu.

Bir akşam Mert, “Baba, ayak parmaklarımı hareket ettirdim,” dedi. Erdem nefesini tuttu. Mert, sağ ayağının küçük parmağını gönüllü ve amaçlı olarak oynattı.

O haftanın sonunda Erdem, Narin’in seanslarından birini gözlemlemeye karar verdi. Gizlice izlediğinde, üçüzlerin doğaçlama müzikle nasıl etkileşim kurduklarını gördü. Çıngıraklar, davullar ve alkışlarla müzikal tempoyu takip etmeye çalışıyorlardı.

Narin, “Ritimleri çok iyi hissediyorsun,” dedi Selin’e. “O benim kardeşim.”

Erdem’in gözleri yaşla doldu. Artık çocuklarını sadece fiziksel kısıtlamalarıyla değil, neşe, işbirliği ve kardeş sevgisiyle görebiliyordu.

Bir gün Deniz, “Bir gün yürüyebilecek miyim?” diye sordu. Erdem nefesini tuttu. Narin, “Yürüyeceksin Deniz. Bacakların uyuyor ama uyanıyorlar. Her gün biraz daha çok uyanıyorlar,” dedi.

Deniz ciddiyetle başını salladı. “Hissediyorum. Dün gece yataktayken ayak parmaklarımla sayı saydım. 1, 2, 3, doğru.”

Erdem kapıyı açtı, içeri girdi. Çocuklar önce irkildi, sonra büyük bir sevinçle karşıladılar. “Baba, bize katıl,” diye bağırdı Mert.

Erdem çekinerek mutfak masasından bir tencere kapağı aldı. Narin ona basit bir ritim çalmayı öğretti. İlk kez çekinerek vurdu kapağa, sonra daha rahatladı.

O gece Erdem, Narin’in tam olarak kim olduğunu ve bu mucizeyi nasıl başardığını keşfetmek için karar verdi: Karadeniz’in uzak bir köyüne gidip onun sırlarını öğrenmek.

.