Ölen Deniz Yüzbaşısı 20 doktoru reddetti… Ta ki yeni hemşire birim kodunu fısıldayana kadar…
.
İstanbul’un Finans Merkezi Maslak’ta Gökdelenlerin Gölgesinde
İstanbul’un Finans Merkezi Maslak’ta, gökdelenlerin gölgesine sığınmış o ultralüks özel hastanenin 4. katında, gece yarısına yaklaşırken steril sessizlik vahşi bir çığlıkla yırtıldı. Dışarıda şehrin üzerine çöken o ince sinir bozucu çiseleme devam ediyordu. Ancak 402 numaralı odanın içinde kopan fırtına doğanınkinden çok daha şiddetliydi. Burası beyaz fayansların, krom kaplama cihazların ve son teknoloji monitörlerin hüküm sürdüğü, ölümün bile randevuyla geldiği bir yerdi.
Fakat bu gece o odaya sedye ile taşınan şey, hastanenin alışık olduğu o uysal sigortalı hastalardan biri değildi. Adeta savaş meydanından koparılıp getirilmiş, barut ve kan kokan bir et yığınıydı. Yüzbaşı Cemil Tekin, hastane yatağında değil, sanki bir mayın tarlasının ortasındaymış gibi yatıyordu. Vücudunun sağ tarafı, şarapnel parçalarının açtığı derin yaralarla haritaya dönmüştü. Yanmış deri kokusu, odadaki pahalı dezenfektan kokusunu bastırıyor, genzi yakıyordu. Monitörler, 180’e vuran nabzın ritmiyle delirmişine ötüyor, kırmızı ışıklar odanın beyaz duvarlarında panik dolu gölgeler yaratıyordu.
Dört erkek hemşire ve bir asistan doktor, yüzbaşıyı yatağa sabitlemeye çalışıyordu. Ancak Cemil, bilinci yarı kapalı olmasına rağmen insanüstü bir direnç gösteriyordu. Kasları acıdan ve adrenalinden kaskatı kesilmişti. Her dokunuşu, bir yardım eli olarak değil, bir düşman saldırısı olarak algılıyordu. “Bırakın beni, konuşturamazsınız!” diye haykırdı Cemil. Sesi, yanmış boğazından hırıltılı ve korkutucu çıkıyordu. Gözleri, odanın içinde deli gibi dönüyor, köşeleri, havalandırma boşluklarını, potansiyel kaçış noktalarını tarıyordu. Onun zihninde burası bir hastane değil, bir düşman sorgu odasıydı. Doktorların elindeki şırıngalar ilaç değil, gerçek serumdu.
Cerrah Profesör Doktor Haldun Erkin, yatağın ayak ucunda durmuş, pahalı çerçeveli gözlüklerinin üzerinden manzarayı tiksintiyle karışık bir çaresizlikle izliyordu. Tıp fakültesinde öğrendiği anatomi, şu an karşısında duran bu saf irade karşısında iflas etmişti. Haldun Hoca için hastalar ikiye ayrılırdı: İyileşenler ve ölenler. Ama direnenler, onlar sadece prosedürü bozan birer hataydı. “Lanet olsun! Şu adamı tutamıyor musunuz?” diye bağırdı Haldun Hoca. Sesi, profesyonel sakinliğini kaybetmeye başlamıştı. “Damar yolu açamıyoruz. Adam kan kaybından gidecek. Biz burada güreş tutuyoruz.”
Genç asistan, elindeki sakinleştirici dolu enjektörle Cemil’in koluna hamle yaptı. Flober’in tasvir edeceği türden bir beceriksizlikle iğneyi yanlış açıyla tutuyordu. Cemil, bulanık görüşüne giren o parlak metali gördü. Refleksleri bilincinden daha hızlıydı. Sağlam olan sol kolunu bir kırbaç gibi savurdu. Çat! Asistanın burnundan gelen o kemik kırılma sesi, monitörlerin sesini bastırdı. Asistan geriye doğru savrulup yere düştü. Enjektör elinden fırlayıp odanın köşesine yuvarlandı. Kan, beyaz zemine damladı. Kaos zirve noktasına ulaşmıştı.
İşte tam bu noktada, o steril odanın kaotik havasını bir anlığına dondurup sizlere sormak istiyorum: Bir insan kurtulmak için neden kendi kurtarıcılarına saldırır? Acı, bazen zihnin en karanlık köşelerindeki sırları koruyan bir bekçi köpeğine dönüşür. Yüzbaşı Cemil, uyuşmayı reddediyordu. Çünkü uyursa, zihnindeki o kilitli kapıların açılacağından korkuyordu. Peki, siz fiziksel acının ruhsal bir yükü korumak için tercih edildiği o anı hiç yaşadınız mı? İnsan zihninin bu karanlık labirentini merak ediyorsanız kanala abone olun. Çünkü bu hikayede, Neşter deriyi değil gerçeği kesecek.
Haldun Hoca, yerde burnunu tutan asistana bakmadı bile. Gözleri, yatakta hırlayan yüzbaşıdaydı. “Yeter,” dedi Haldun. “Anestezi uzmanını çağırın. Gaz vereceğiz.” Başka türlü durmayacak bu hayvan. “Hayvan” kelimesi odadaki havayı daha da ağırlaştırdı. Bilim, anlamadığı şeye hakaret ederdi. Cemil, yatağın kenarlarına tutunmuş, dişlerini sıkıyordu. Alnındaki damarlar patlayacak gibi şişmişti. O an sadece bir hasta değil, köşeye sıkışmış yaralı bir kaplandı.
Kapı açıldı. İçeriye giren kişi, koşan bir hemşire ya da paniklemiş bir güvenlik görevlisi değildi. Aylin Sönmez odaya girdi. Elinde metal bir pansuman tepsisi vardı. Adımları yavaştı ama tembelce değil, hesaplı ve temkinliydi. Odaya girdiği anda içerideki o testosteron ve panik dolu havayı fark etti. Ama yüzünde en ufak bir şaşkınlık belirtisi oluşmadı. Aylin, hastaneye yeni başlamıştı. Dosyasında “deneyimli” yazıyordu. Ama kimse o deneyimin hangi cehennemlerden geçtiğini sormamıştı.
Doktor Haldun’un bağırışlarını, yerdeki kanlı asistanı ve yatakta debelenen askeri tek bir bakışla taradı. Flobert’in detaycılığıyla bakarsak, ailenin forması diğerlerinininki gibi jilet gibi ütülüydü. Ama gözlerinde, o hastanenin spot ışıklarına ait olmayan daha eski, daha mat bir yorgunluk vardı. Tepsiyi metal bir sehpanın üzerine bıraktı. “Çın.” Bu metalik ses Cemil’in dikkatini çekti. Başını hızla o yöne çevirdi. Aylin’le göz göze geldiler. Diğer herkes ona korkuyla, öfkeyle ya da acımayla bakıyordu. Ama bu kadın, bu hemşire ona sanki bir müzayede salonundaki antika bir eşyaya bakar gibi değil, çözülmesi gereken bir denkleme bakar gibi bakıyordu.
Haldun Hoca, Aylin’e döndü. “Sen ne dikiliyorsun orada? Yardım etsene. Adamı zapt edemiyoruz.” Aylin hocaya cevap vermedi. Bakışlarını Cemil’den ayırmadı. Yavaşça yatağa doğru bir adım attı. Elleri boştu. Tehditkar değildi. Cemil’in nefes alışverişi hırıltılıydı. “Yaklaşma,” dedi. Kelimeler ağzından kanlı bir köpükle birlikte döküldü. “Yaklaşma. Kodları alamazsınız.” Aylin durdu. O anlamıştı. Bu adamın savaşı bitmemişti. Hastane odası onun için sadece cephenin yer değiştirmesiydi ve doktorlar ellerindeki iğnelerle düşman hattını yarmaya çalışıyorlardı. Bu adamı güçle yatıramazlardı. Bu adamı ancak kendi kurallarıyla teslim alabilirlerdi.
Odadaki hengame bir anlığına durulur gibi oldu ama bu sükunet, fırtınanın gözü gibi aldatıcıydı. Yüzbaşı Cemil, yatağın metal korkuluklarına kelepçelenmiş bir Prometeus gibi gerilmiş göğüs kafesi inip kalkıyordu. Profesör Doktor Haldun Erkin, yatağın başından uzaklaşıp odanın cam duvarlı köşesine asistanlarının yanına çekildi. Sırtı hastaya dönüktü. Onun için Cemil artık bir insan değil, bozulmuş, kan sızdıran ve tamir edilmesi gereken biyolojik bir makineydi. “Durumu analiz edin,” dedi Haldun. Sesi buz gibiydi. “Duygusal olmayı bırakın, verilere bakın. Monitördeki veriler yaklaşan bir felaketin habercisiydi. Tansiyon 70’e 40, nabız 145. Oksijen satürasyonu hızla düşüyordu. Abdominal bölgede masif iç kanama var hocam,” dedi genç bir asistan sesi titreyerek. “Şarapnel parçası karaciğerin sağ lobunu yırtmış olabilir. Dalak muhtemelen parçalandı. Batın içi basınç artıyor.”
Haldun hoca saatine baktı. Rolex’i odadaki zamanın ne kadar pahalı olduğunu hatırlatırcasına parlıyordu. “40 dakika,” dedi kesin bir dille. “Maksimum 40 dakikası var. Eğer batını açıp o arteri klampe etmezsek hipovolemik şoktan gider.” Ama dönüp yatakta hırlayan hastaya baktı. “Bu tansiyonla ona sakinleştirici veremeyiz. Kalbi durur. Entübe etmeye çalışsak boğazımızı sıkıyor. Anestezi gazı versek maskeyi parçalıyor. Adam resmen ölmek için direniyor.” Yatakta Cemil’in durumu Flobervari bir trajediyi andırıyordu. Tıbbi cihazların o modern pürüzsüz yüzeyleri ile Cemil’in parçalanmış kirli ve yanık bedeni arasındaki tezatlık mide bulandırıcıydı.

Yüzbaşının cildi kan kaybından dolayı balmumu gibi sararmıştı. Ama ter damlaları alında boncuk boncuk birikmişti. Her nefes alışında kaburgalarındaki kırıkların gıcırtısı duyuluyordu. Acı, sinir uçlarından beynine milyarlarca voltluk elektrik gibi akıyordu. Ama o, bu acıyı bir yakıt olarak kullanıyordu. Onun zihninde burası Maslak’ta bir hastane değildi. Onun zihninde burası sınırın ötesinde nemli ve karanlık bir mağaraydı. Doktorların beyaz önlükleri, düşman sorgucularının beyaz gömlekleriydi. Tavandaki parlak ameliyat ışığı, gözlerini kamaştıran sorgu lambasıydı. “Konuşmayacağım,” diye sayıkladı Cemil. Sesi artık bir hırıltıdan ibaretti. “Birim yok, operasyon yok, adım, adım yok.” Diğer hemşireler ve doktorlar bu sayıklamaları şok etkisi veya kafa travması olarak yorumlayıp geçiştiriyorlardı. Onlar için bu cümleler bozuk bir plağın anlamsız cızırtılarıydı.
Ancak Aylin Sönmez için değil, Aylin odanın köşesinde o metal tepsinin başında duruyordu. Doktorların o teknik Latince dolu tartışmalarını dinlemiyordu. Onun dikkati tıbbın göremediği bir detaydaydı. Aylin, Cemil’in gözlerine odaklanmıştı. Normal bir travma hastasının gözlerinde korku, panik veya boşluk olurdu. Ama Cemil’in göz bebekleri adrenalin yüzünden iğne ucu kadar küçülmüş olsa da hareketleri kaotik değildi. Sistematikti. Cemil, odadaki her girişi, her çıkışı, her parlak nesneyi potansiyel silah tarıyordu. Bu bir delilik değildi. Bu şartlandırılmış bir refleksti. Aylin bu bakışı tanıyordu. Çocukluğundan, abisinin o uykusuz gecelerinden tanıyordu. Bu kaçış ve kurtulma en iyi protokolüydü. Asker yakalandığını düşündüğü an, beynini acıya kapatır ve sadece kaçışa odaklardı. Ona sakinleştirici vermek düşmana teslim olmak demekti.
Aylin yavaşça yatağa yaklaştı. Doktor Haldun onu fark edince kaşlarını çattı. “Hemşire hanım oradan uzak dur. Asistanın burnunu kırdı. Senin de boynunu kırmasın.” Aylin cevap vermedi. Sanki Haldun Hoca odadaki bir sinek vızıltısıydı. Yatağın kenarına geldi. Cemil’in sağ omzundaki sargı bezi mücadelesi sırasında kaymıştı. Kanlı yanık derinin üzerinde soluk yeşil bir mürekkep izi belirdi. Flober bir nesnenin bazen bin kelimeye bedel olduğunu söylerdi. İşte o dövme de öyleydi. Dövme, parçalanmış derinin altında zorlukla seçiliyordu ama şekli belirgindi. Bir trident, üç dişli mızrak ve ona dolanmış bir sarmaşık altında silinmeye yüz tutmuş bir tarih. Bu sıradan bir askeri dövme değildi. Bu, Hayale Tim olarak bilinen varlığı resmi kayıtlarda asla doğrulanmayan o sualtı taarruz birliğinin işaretiydi. Aylin’in abisinin kolunda da aynısı vardı ve abisi o dövmeyi yaptırdığında, “Bu bizim mezar taşımız Aylin,” demişti. “Cesedimiz tanınmaz hale gelse bile bizi buradan tanırlar.”
Aylin’in kalbi tekledi. Karşısındaki adam sadece bir asker değil, abisinin o sessiz kardeşliğinin bir üyesiydi. Bu adamın direnişi bir inat değil, bir yemindi. Konuşursa sadece kendini değil, sahadaki diğer hayaletleri de yakacağını sanıyordu. Tam burada Türkiye’nin dört bir yanındaki hastane koridorlarında, acil servislerinde nöbet tutan o gizli kahramanlara ve onların şahitliklerine bir selam gönderelim. Şu an bizi hangi şehirden, belki de hangi nöbetçi eczaneden veya hastane bekleme salonundan izliyorsunuz? Yorumlara yazın. Çünkü bazı kahramanlıklar reçetelere yazılmaz.
.
.
Aylin bir karar verdi. Prosedürü çiğneyecekti. Elini yavaşça Cemil’in görüş alanına soktu. Amacı serumu düzeltmek gibi görünmekti. Ama aslında kendini bir hedef olarak sunuyordu. Cemil, hareketi algıladı. Yaralı bir kaplan hızıyla sağlam olan sol eliyle Aylin’in bileğini yakaladı. Odadaki herkes nefesini tuttu. Bir hemşire çığlık attı. Doktor Haldun, “Güvenlik!” diye bağırdı. Cemil’in parmakları Aylin’in bileğini çelik bir mengene gibi sıkıyordu. Kemiklerinin çatırdadığını hissetti Aylin. Acı, kolundan omzuna doğru yayıldı. Ama Aylin geri çekilmedi. Çığlık atmadı. Hatta elini kurtarmaya bile çalışmadı. Sadece başını eğdi ve Cemil’in o kan çanağına dönmüş vahşi gözlerinin tam içine baktı.
Bu bakışma saniyeler sürdü ama sanki saatler geçmiş gibiydi. Cemil, karşısındaki kadının korkmadığını gördü. Korku yoksa tehdit azalmış demekti. Bu kadın, ona zarar vermeye çalışan o beyaz gömlekli adamlardan, doktorlardan farklıydı. O anlayan biriydi. Aylin, bileğindeki o ölümcül baskıya rağmen yüz kaslarını gevşek tuttu. Bu, askeriyede tehdit değilim sinyaliydi. “Bırak onu,” diye gürledi Haldun Hoca. “Güvenli mesafeden iğneyi hazırlayın, hemen vurun.” Aylin, başını hafifçe iki yana salladı. Gözlerini Cemil’den ayırmadan, “Bu hareket hem doktora durun demekti hem de Cemil’e sakin ol mesajıydı.” Cemil’in tutuşu gevşemedi ama gözlerindeki o saf öldürme isteği yerini şüpheye bıraktı.
İşte tam o an, o incecik aralıkta Aylin hamlesini yapacaktı. Fiziksel bir hamle değil, kelimelerden oluşan bir anahtar. Odadaki zaman algısı, yüzbaşı Cemil’in Aylin’in bileğini kavramasıyla birlikte asılı kaldı. Monitörlerin ritmik bip sesleri hızlanmış, adeta yaklaşan bir kalp krizinin davul seslerine dönüşmüştü. Profesör Doktor Haldun Erkin, artık bilim adamı kimliğinden sıyrılmış, otoritesi sarsılmış bir bürokrat öfkesiyle titriyordu. Onun için bu sahne, tıbbi bir acil durumdan çok kişisel bir hakaretti. Kendi ameliyathanesinde, kendi kurallarıyla yönettiği bu krallıkta bir hasta ona değil, deliliğine itaat ediyordu.
“Yeter,” diye gürledi Haldun Hoca. Sesi cam duvarlarda yankılandı. “Güvenlik çağırın. Anesteziyi hazırlayın. Eğer bırakmazsa koluna o iğneyi zorla saplayın. Bu kadıncağızın bileğini kıracak.” Diğer hemşireler ve asistanlar korkuyla bir adım geri çekilmişti. Kimse o öfkeli, yaralı kaplanın pençesine yaklaşmak istemiyordu. Cemil’in parmakları, Aylin’in bileğindeki narin kemikleri birbirine sürtüyordu. Aylin’in yüzünde acının gölgesi belirdi. Dudakları hafifçe aralandı. Alnında bir ter damlası oluştu ama gözlerini kaçırmadı. O gözlerde korku yoktu. Bir anlaşılma arzusu vardı.
Cemil, bulanık zihninin derinliklerinde karşısındaki bu kadını bir tehdit olarak kodlamaya çalışıyordu. Ama bir şeyler yanlıştı. Düşman acı verirdi. Düşman bağırırdı. Düşman korkardı. Bu kadın ise, fırtınanın ortasındaki bir deniz feneri gibi sabit duruyordu. Cemil’in beyni, savaş ya da kaç komutları arasında gidip gelirken Aylin beklenmedik bir hamle yaptı. Normal bir içgüdü tehlikeden uzaklaşmayı emreder. İnsan canını yakan şeyden geri çekilir. Ama Aylin, Flober’in karakterlerinin o açıklanamaz kaderciliğiyle geri çekilmek yerine ileri atıldı. Vücudunu yatağın metal korkuluklarına yasladı. Cemil’in yüzüne doğru eğildi. O kadar yaklaştı ki aralarındaki mesafe bir nefes payına indi.
Odadaki asistanlardan biri çığlık attı. “Aylin yapma, seni ısıracak!” Haldun hoca öne atıldı. “Çekil oradan, aptal kadın.” Ama çok geçti. Aylin, o tehlikeli bölgeye, yüzbaşının öldürme menziline girmişti bile. Cemil’in hırıltılı nefesi Aylin’in yüzüne çarpıyordu. Kan, barut ve ölüm kokuyordu. Cemil, bu yakınlık karşısında şaşırdı. Kasları gerildi. Son bir saldırı için hazırlandı. Tam o saniyede Aylin dudaklarını Cemil’in kulağına yaklaştırdı. Odanın gürültüsü, monitörler, bağırışlar, siren sesleri hepsi bir anda fon müziğine dönüştü. Aylin’in dudaklarından dökülen kelimeler bir ninni ya da teselli sözü değildi. “Geçecek,” “Sakin ol, biz doktoruz,” demedi. Bunlar sivillerin diliydi. Aylin, ölümü tanıyanların dilini konuştu. Sesi, bir telsiz operatörünün o mekanik, duygusuz ama güven veren tonundaydı. “Mavi balina, derinlik 400, kargo güvende.” Bu kelimeler havada asılı kaldı.
Yüzbaşı Cemil Tekin’in vücudunda gözle görülür bir şok dalgası yayıldı. Zihni, o an bulunduğu hastane odasından ışık hızıyla çekildi. Mağara yok oldu. Sorgu lambaları söndü. Düşman silindi. Yerine zifiri karanlık bir denizin dibi geldi. Sessizlik geldi ve en önemlisi güvenlik hissi geldi. “Mavi Balina.” Bu, onun biriminin o hayalet teamin kod adıydı. “Derinlik 400.” Bu güvenli bölgeye ulaşıldığının teyidiydi. “Kargo güvende,” bu görevin tamamlandığı, artık savaşmayı bırakabileceği anlamına geliyordu. Cemil’in göz bebekleri titredi. O vahşi hayvani parıltı söndü. Yerine derin insani bir yorgunluk çöktü. Yıllardır taşıdığı omuzlarını çökerten o görünmez devlet sırrı yükü bir anda üzerinden alınmıştı sanki. Birisi nöbeti devralmıştı. Cemil’in dudakları kıpırdadı. Hırıltılı, zor duyulan bir sesle cevap verdi. “Anlaşıldı. Merkez.” Ve sonra o mucizevi an gerçekleşti. Cemil’in parmakları Aylin’in bileğini bıraktı.
Sadece gevşemedi. Parmakları cansız birer yaprak gibi yatağa düştü. Vücudundaki o kaskatı gerginlik, bir yayın boşalması gibi çözüldü. Başını yastığa gömdü, gözlerini kapattı. Sağ gözünün kenarından kir, kan, terin arasından yol bulan tek bir damla yaş süzüldü. Bu acının gözyaşı değildi. Bu, eve dönen bir askerin gözyaşıydı. Aylin yavaşça geri çekildi. Yüzünde ne bir zafer gülümsemesi ne de bir korku izi vardı. Sadece görevini yapmış birinin o donuk ciddiyeti vardı. Bileği morarmaya başlamıştı bile ama ovuşturmadı. Haldun hoca ve ekibi donup kalmıştı. Az önce dört erkeğin zapt edemediği sakinleştiricilere direnen o canavar, şimdi uysal bir çocuk gibi yatıyordu. Bilim, mantık, tıp kitapları hepsi bu anında çaresiz kalmıştı.
“Ne?” dedi Haldun Hoca. Sesi şaşkınlıktan kısılmıştı. “Ne yaptın ona? Ne dedin?” Aylin hocaya dönmedi. Gözlerini Cemil’in huzurla inip kalkan göğsünden ayırmadan cevap verdi. “Sadece onun dilini konuştum hocam. Siz ona emir verdiniz. Ben ona tekmil verdim.” Sonra yerdeki maskeyi aldı. Cemil’in yüzüne nazikçe yerleştirdi. “Oksijeni açın,” dedi Aylin. Sesi, odaya hakim olan tek sesti artık. “Şimdi ameliyat edebilirsiniz. Savaş bitti.” Cemil, maskenin altında derin bir nefes aldı. Ciğerlerine dolan o soğuk oksijen artık bir gaz bombası değil, yaşamın ta kendisiydi. Monitördeki nabız 145’ten 90’a doğru hızla düşmeye başladı. Kırmızı alarmlar sustu. Yerini düzenli yeşil bir ritme bıraktı. “Bip bip bip.”
Haldun Hoca bir anlığına sarsıldı. Egosu, bu basit hemşirenin başarısı karşısında zedelenmişti. Ama cerrahlık içgüdüsü ağır bastı. “Hasta hazırdı. Zaman daralıyordu. Derhal ameliyathaneye,” diye bağırdı ekibine. Otoritesini yeniden kazanmaya çalışarak, “Koşun, kan torbalarını hazırlayın.” Sedyenin tekerlekleri gıcırdayarak hareket etti. Ekip, Cemil’i hızla kapıdan dışarı çıkarırken koridorda bir koşuşturmaca başladı. Aylin, odada tek başına kaldı. Yerdeki kan lekelerine, devrilmiş serum maskesine ve kırık enjektöre baktı. Eli gayri ihtiyari boynundaki ince gümüş kolyeye gitti. Kolyenin ucunda küçük kararmış bir künye asılıydı. Abisinin künyesi. “Senin için abi,” diye fısıldadı boş odaya.
Biri daha eve döndü. Ameliyathane kapılarının üzerindeki girilmez ışığı kırmızıdan sönüğe döndüğünde sabahın ilk ışıkları Maslak gökdelenlerinin camlarında kırılmaya başlamıştı. Operasyon 4 saat sürmüştü. Profesör Doktor Haldun Erkin, cerrah önlüğünü çıkarıp çöpe attığında yüzünde hem bir zaferin gururu hem de çözemediği bir bulmacanın huzursuzluğu vardı. Yüzbaşı Cemil Tekin yaşıyordu. Karaciğer dikilmiş, dalak alınmış, iç kanama durdurulmuştu. Tıbbi olarak bu bir mucizeydi. Ancak Haldun Hoca biliyordu ki bu mucizenin mimarı neşteri tutan kendisi değil, o fısıltıyı üfleyen hemşireydi.
Haldun Hoca koridora çıktığında Aylin’i orada o metal bankta otururken buldu. Aylin, nöbeti bitmesine rağmen gitmemişti. Elinde soğumuş bir karton bardak kahve vardı. Gözleri karşı duvardaki boşluğa sabitlenmişti. Hoca, Aylin’in yanına geldi. Otoriter duruşunu korumaya çalışsa da sesinde bastıramadığı bir merak vardı. “Yaşıyor,” dedi Haldun Hoca kısa ve net. “Yoğun bakımı aldık. 48 saat kritik ama atlatacak.” Aylin başını hafifçe kaldırdı. “Biliyorum,” dedi. “O ölümü bekletmeyi bilenlerden.” Haldun Hoca kaşlarını çattı. “Bu cümle bir hemşirenin söyleyeceği türden bir cümle değildi. Bak kızım,” dedi hoca sesini alçaltarak, “Dün gece orada ne yaptığını rapor etmek zorundayım. O adama ne dedin? Hangi ilaç ismini, hangi psikolojik tetikleyiciyi kullandın? O bir şizofren mi? Yoksa sen onu tanıyor musun?”
Aylin, kahve bardağını yanındaki sehpa bıraktı. Ayağa kalktı. Haldun Hoca ile göz göze geldiğinde aralarındaki unvan farkı silindi. Biri kitaplardan öğrenmişti, diğeri hayattan. “O bir şizofren değil hocam,” dedi Aylin. “O, beyni hala savaş alanında olan bir asker. Ben ona ilaç vermedim. Ben ona sadece yalnız olmadığını söyledim. Ama sizin anlayacağınız dilden değil, onun anladığı dilden.” “Nedir o dil?” diye ısrar etti Haldun. “Latince mi, İngilizce mi?” Aylin, acı bir tebessümle gülümsedi. “Hayır hocam, o dilin adı Hayatta Kalma ve o dil tıp fakültelerinde öğretilmez.”
Aylin arkasını döndü ve yürümeye başladı. Ama zihni o koridordan çıkıp yıllar öncesine, çocukluğunun geçtiği o eski apartman dairesine savruldu. Zamanın çarkları geriye döndü. Aylin 12 yaşındaydı. Abisi Kenan ise 25. Kenan aylarca eve gelmezdi. “Görevdeyim,” derdi. Neresi olduğu sorulmazdı. Döndüğünde ise zayıflamış, gözlerinin feri sönmüş olurdu. Ama asıl değişim geceleri başlardı. Aylin, odasının duvarından abisinin inlemelerini duyardı. Kenan uykusunda konuşurdu ama cümleler kurmazdı. Koordinatlar verirdi. Sayılar, kodlar, kısa emirler. “Mavi balina. Sektör temiz. Temas yok.” Küçük Aylin korkarak abisinin odasına girer, onu ter içinde titrerken bulurdu. Kenan’ı uyandırmaya çalıştığında abisi bir refleksle Aylin’in bileğini yakalar. Tıpkı yüzbaşı Cemil’in yaptığı gibi sıkardı. Aylin o zamanlar anlamazdı. Abisinin delirdiğini sanırdı. Ama bir gece Kenan uyanıkken ona sırrını vermişti. “Bak fıstık,” demişti Kenan. “Titreyen elleriyle bir sigara yakarken, bizim işimizde isimler yoktur, kodlar vardır. Eğer bir gün beni rüyamda savaşırken görürsen beni sarsma. Sadece kulağıma eğil ve şunu söyle. Kargo güvende. Bu evin içindesin. Annen ve kardeşin yanında. Kapı kilitli demektir. Bunu duyunca beynimdeki sirenler susar.”
Kenan o konuşmadan iki yıl sonra şehit olmuştu. Tabutu kapalı gelmişti. Resmi raporda eğitim zayatı yazıyordu ama Aylin, abisinin boynundaki o trident dövmesini ve getirdikleri kanlı künyeyi gördüğünde gerçeği anlamıştı. Abisi, o isimsiz savaşlardan birinde bir kod olarak ölmüştü. Aylin, abisini kurtaramamıştı. O kodları öğrendiğinde çok geçti. Ama o gece, o hastane odasında abisinin ruhu Cemil’in bedeninde karşısına çıkmıştı ve bu kez Aylin hazırdı.
Şimdiki zamana hastane koridoruna döndüğümüzde Aylin asansöre binmişti bile. Aynadaki yansımasına baktı. Bileğindeki morluklar koyulaşmıştı. O morluklar, Cemil’in ona verdiği zarar değil, abisinden kalan bir hatıraydı sanki. “Kargo güvende abi,” diye fısıldadı aynadaki yansımasına. Bu sırada yoğun bakım ünitesinde Cemil’in bilinci yavaş yavaş açılıyordu. Anestezinin sisli perdesi aralanırken hatırladığı son şey acı değil, o sesti, o fısıltı. Yıllardır duyduğu en net, en güvenli ses. Kimdi o? Bir melek mi yoksa halüsinasyon mu? Hayır, gerçekti. Bileğini tutuşunu, nefesinin sıcaklığını hatırlıyordu. O kadın, “Mavi balina,” demişti. Bu kodu bilen sadece 12 kişi vardı ve o 12 kişinin sekizi ölmüştü. Geriye kalanlar ise asla konuşmazdı. Peki bu hemşire kimdi?
İşte tam burada sevgili dostlar, hikayenin görünmeyen kahramanlarına, o gazilerin ailelerine bir selam gönderelim. Savaş sadece cephede sürmez. Evlerin salonlarında, yatak odalarında, o sessiz nöbetlerde devam eder. Sizin de ailenizde yükünü sessizce taşıyan, anlatılmamış hikayeleri olan biri var mı? Belki bir dede, belki bir amca. Onların hatırasına, yorumlara bir çiçek bırakın.
Haldun Hoca odasına döndü. Dosyayı masaya fırlattı. Rapora ne yazacaktı? Hasta hemşirenin fısıltısıyla sakinleşti mi? Bu, bilimsel kariyerini bitirirdi. Kalemini aldı ve o soğuk bürokratik yalanı yazdı. “Hasta preoperasyona geç de olsa yanıt verdi.” Operasyon başarılı. Gerçekler yine dosyaların arasına, o kayıp arşive gömüldü. Ama Aylin ve Cemil biliyordu ve bu onlara yetecekti.
Hastanenin o steril beyazlığına sabahın soluk güneşi vuruyordu. Ameliyatın üzerinden 3 gün geçmişti. Yüzbaşı Cemil Tekin, yatağının kenarında oturuyordu. Üzerindeki o hastane kokan önlüğü çıkarmış, yerine bir arkadaşının getirdiği sivil kıyafetleri giymişti. Gri bir eşofman altı ve siyah bir tişört. Yaraları sızlıyordu. Dikişleri derisini geriyordu. Ama Cemil’in yüzünde acıdan çok daha ağır bir ifade vardı. Hatırlamanın verdiği o derin sızı. Aylin odaya girdiğinde Cemil’in bakışları pencereden ona döndü. Aylin’in elinde taburcu dosyaları vardı. Yüzü ifadesizdi ama o geceki fırtınalı anın izleri ikisinin de bakışlarında asılıydı. Odaya girdiğinde hava ağırlaştı. Flobert’in dediği gibi, söylenmeyen sözler söylenenlerden daha çok gürültü çıkarır.
“İşlemler tamam, yüzbaşım,” dedi Aylin dosyayı masaya bırakırken. Sesi profesyoneldi ama mesafeli değildi. Doktor Haldun son kontrolleri yaptı. “Fiziksel olarak gitmeye hazırsınız.” Cemil, “Fiziksel olarak,” diye tekrar etti. Sesi, uzun süre kullanılmamış bir kapı menteşesi gibi gıcırtılıydı. Ayağa kalktı. Hafifçe sendeledi ama Aylin’in yardım etmesine fırsat vermeden dengesini buldu.
O gece, dedi Cemil gözlerini Aylin’in gözlerine dikerek, “Bana fısıldadığın o kod mavi balina. Bunu bir kitapta okumadın. Bunu bir filmde duymadın. O kodu bilenlerin mezar taşlarında bile isim yazmaz.” Cemil bir adım yaklaştı. Askeri bir sorgulama değil, bir silah arkadaşını arama tonuydu bu. “Kimden duydun?” Aylin başını dik tuttu. Boğazındaki düğümü yutkundu. “Teymen Kenan,” dedi. “Kenan Sönmez.” İsim odaya bir bomba gibi düştü. Cemil’in yüzündeki o sert maske bir anlığına çatladı. Göz bebekleri titredi. Kenan, John’un sağ kolu. İki yıl önce Kuzey Irak’ın o dondurucu dağlarında son nefesini verirken Cemil’e emanetlerini bırakan adam. “Sen,” dedi Cemil sesi fısıltıya dönüştü. “Sen Kenan’ın fıstık dediği kardeşi misin?” Aylin’in gözleri doldu ama ağlamadı. Asker kardeşleri ağlamazdı. “Evet,” dedi. “Abim o kodu bana korktuğum zamanlarda kendimi güvende hissetmem için öğretmişti. Eğer ben dönemezsem bu kodu duyduğunda bil ki ben güvendeyim. Görev bitti,” demişti. “O gece sizi o halde görünce abimi gördüm.”
Cemil, yatağın kenarındaki komodine tutundu. Başını öne eğdi. Yıllardır içinde taşıdığı o yük, o suçluluk duygusu. “Neden o öldü de ben kaldım?” sorusu. Şimdi karşısında duran bu kadının varlığıyla şekil değiştiriyordu. Kenan ölürken Cemil’in avcuna bir şey sıkıştırmıştı. “Bunu kardeşime ver,” diyememişti. Nefesi yetmemişti. Ama Cemil o emaneti saklamıştı. Kutsal bir görev gibi evinin en gizli köşesinde saklıyordu. Yıllardır o cesareti bulup o kapıyı çalıp “Aylin öldü, bu ondan kaldı,” diyememişti. Ama kader, o kardeşi onun hayatını kurtarması için ayağına getirmişti.
“Kargo!” dedi Cemil kendi kendine mırıldanarak. “Kargo henüz yerine ulaşmadı.” Aylin anlamadı. “Efendim?” Cemil başını kaldırdı. Gözlerinde yeni bir kararlılık ateşi yanıyordu. O artık sadece taburcu olan bir hasta değil, son bir görevi kalmış bir askerdi. “Teşekkür ederim Aylin,” dedi. “Sadece hayatımı kurtardığın için değil, bana bitirmem gereken son bir görevim olduğunu hatırlattığın için.” O sırada kapı açıldı ve Profesör Doktor Haldun Erkin yanında asistanlarıyla gürültülü bir giriş yaptı. “Oo yüzbaşım, ayaktasınız,” dedi Haldun. Yine o kibirli tavrıyla, “Bakın benim cerrahım sayesinde yürüyorsunuz. Mucize yarattık. Mucize.”
Cemil doktora bakmadı bile. Bakışları Aylin’deydi. “Bazı mucizeler neşlerle yapılmaz doktor,” dedi Cemil soğuk bir sesle. Cemil, Aylin’e son bir kez baktı. Bu bakış bir veda değil, bir bekle işaretiydi. “Görüşeceğiz,” dedi ve yüzbaşı Cemil Tekin, aksayan bacağına rağmen dimdik bir duruşla odadan çıktı. Aylin arkasından bakarken Cemil’in “Kargo ulaşmadı,” sözünün ağırlığını hissediyordu. İçinden bir ses, bu hikayenin burada bitmediğini söylüyordu.
Aradan sadece bir hafta geçmişti. İstanbul, Lodos’un getirdiği o boğucu sıcakla kavruluyordu. Aylin, hastanedeki nöbetinden çıkmış yorgun adımlarla evine, Beşiktaş’taki o eski apartmana dönüyordu. Zihni hala o geceyle, yüzbaşı Cemil’in son sözleriyle meşguldü. “Kargo ulaşmadı” ne demekti? Abisinin ölümüyle ilgili bilmediği bir şey mi vardı? Apartmanın kapısına geldiğinde, posta kutularının üzerinde duran kahverengi ambalaj kağıdına sarılmış küçük bir paket gördü. Üzerinde isim yoktu. Sadece soluk yeşil bir mürekkeple çizilmiş küçük bir sembol vardı. Bir trident, üç dişli mızrak ve bir sarmaşık. Cemil’in omzundaki dövmenin aynısı, abisinin kolundaki dövmenin aynısı. Aylin’in kalbi göğüs kafesini zorlamaya başladı.
Paketi aldı. Elleri titriyordu. Apartmanın merdivenlerini çıkamadı. O racığa giriş basamağına oturdu. Sokaktan geçen arabaların gürültüsü silindi. Dünya sadece o paketten ibaret kaldı. Paketi açtı. İçinden lacivert kadife bir keseye sarılı ağır metal bir cisim çıktı. Bu eski bir askeri pusulaydı. Kenarları aşınmış, camında ince bir çatlak olan, barut ve tütün kokusu sinmiş bir pusula. Aylin pusulayı eline aldığında zaman durdu. Bunu tanıyordu. Çocukken abisinin boynundan hiç çıkarmadığı, “Bu benim kuzey yıldızım fıstık. Kaybolursam beni eve bu getir,” dediği pusula, kutunun dibinde daktilo yazılmış, katlanmış küçük bir kağıt vardı. Cemil’in el yazısı değil, askeri bir rapor formatındaydı. Ama kelimeler, bir şaire aitti. Notta şunlar yazıyordu:
“Komutanım, Teymen Kenan, son nefesinde bu pusulayı avcuma bıraktı. Yıllarca bu emaneti size getirecek cesareti bulamadım. Çünkü bu pusulayı getirmek, onun gerçekten gittiğini kabul etmek demekti. Ama o gece hastanede anladım ki Kenan gitmemiş. Sizin cesaretinizde yaşıyor. Kodu fısıldadığınızda demiştiniz ya, ‘kargo güvende’ diye. Yanılmışsınız hemşire hanım. Kargo sizde değildi, bendeydi. Bu pusula yolunu kaybedenlere yönünü gösterir. Abiniz en karanlık gecelerde bile bu pusulaya bakıp evini, yani sizi düşünürdü. Artık asıl sahibinde. Görev tamamlandı. Kargo teslim edildi.”
Yüzbaşı Cemil, Aylin notu göğsüne bastırdı. Gözyaşları, Flober’in tasvir ettiği gibi sessiz ve yakıcı bir şekilde yanaklarından süzüldü. Bu bir acı ağlaması değildi. Bu, yıllardır tutulan bir nefesin verilmesiydi. Abisi, o soğuk dağlarda ölürken yalnız değildi. En sevdiği arkadaşı yanındaydı ve pusulası, yani ruhu, sonunda eve dönmüştü.
Aylin pusulanın kapağını açtı. İbre titreyerek döndü, döndü ve kuzeyi buldu. Sanki abisi “Buradayım” diyordu. Yolunu kaybettiğinde buna bak. Aylin başını kaldırdı. Sokağın karşısında park halindeki siyah bir arabanın içinde bir siluet gördü. Camı yarıya kadar açıktı. Yüzbaşı Cemil, güneş gözlüklerinin ardından ona bakıyordu. Arabadan inmedi, yanına gelmedi. Birbirlerine el sallamadılar. Sadece Cemil başıyla hafif vakur bir selam verdi. Aylin de elindeki pusulayı kalbinin üzerine koyarak karşılık verdi.
Bu iki askerin biri üniformalı, diğeri beyaz formalı iki gazinin sessiz vedasıydı. Cemil arabayı çalıştırdı ve yavaşça uzaklaştı. O da iyileşmişti. Emaneti sahibine vermek, onun da ruhundaki yarayı kapatmıştı. Aylin oturduğu basamaktan kalktı. Güneş yüzüne vuruyordu. Pusulayı cebine koydu. Derin bir nefes aldı. “Hoş geldin abi,” diye fısıldadı. Ve hayat, İstanbul’un o bitmek bilmeyen akışı içinde ama bu kez daha anlamlı bir ritimle devam etti.
News
हेमा मालिनी इसलिए देना चाहती थी तलाक। Hema Malini wanted to divorce Dharmendra ! hema expose
हेमा मालिनी इसलिए देना चाहती थी तलाक। Hema Malini wanted to divorce Dharmendra ! hema expose धर्मेंद्र और हेमा मालिनी:…
Dharmendra’s 90th birthday… Esha Deol was in pain remembering her father, her heartache spilled…
Dharmendra’s 90th birthday… Esha Deol was in pain remembering her father, her heartache spilled… ईशा देओल का दर्द: पिता धर्मेंद्र…
धर्मेंद्र जी का 90वॉ जन्मदिन Live | dharmendra 90th birthday celebration | dharmendra house mumbai |
धर्मेंद्र जी का 90वॉ जन्मदिन Live | dharmendra 90th birthday celebration | dharmendra house mumbai | धर्मेंद्र का 90वां जन्मदिन:…
Big Breaking : Sunny Deol ने Hema Malini से की मुलाकात
Big Breaking : Sunny Deol ने Hema Malini से की मुलाकात हेमा मालिनी: एक अदाकारा की संघर्ष और विरासत की…
हेमा मालिनी के साथ हुई नाइंसाफी 😔 सनी बोला यहां से जा रोते हुए वापस लौटी | Hema Malini Dharmendra
हेमा मालिनी के साथ हुई नाइंसाफी 😔 सनी बोला यहां से जा रोते हुए वापस लौटी | Hema Malini Dharmendra…
हेमा मालिनी चिल्लाती रही लेकिन नहीं करने दी अंतिम रस्मे पूरी रोते हुए वापस लौटी HemaMaliniDeolfamily
हेमा मालिनी चिल्लाती रही लेकिन नहीं करने दी अंतिम रस्मे पूरी रोते हुए वापस लौटी HemaMaliniDeolfamily धर्मेंद्र का निधन: परिवार…
End of content
No more pages to load






