MÜDÜR BAĞIRDI: “KOVULDUN!”… TA KI MILYONER GELIP HER ŞEYI DEĞIŞTIRENE KADAR

İstanbul’un sabah serinliği, İstiklal Caddesi’nde Küçük Simit Sarayı adlı kafede çay buharının kokusu ve yağmurdan yeni sıyrılmış kaldırım taşlarının ıslak parlaklığıyla işler hareketlenmeye başlamıştı. Nuran Güneş, 29 yaşındaydı; beş yıldır Trabzon’dan gelip burada, küçük dairesinde iki ev arkadaşıyla birlikte yaşıyordu. Hayatı, sabahları erken kalkmak, kahveleri hazırlamak, müşterinin isteğini kaçırmamak, kırılan fincanları temizlemekten ibaretti.

O sabah diğerlerinden farklıydı. Müdür Mehmet Bey’in yüzü kıpkırmızı, sesi yüksekti. “Nuran, bu hafta tam üç fincan kırdın. Dün de 6 numaralı masadaki beyefendiden ekstra şeker parasını almayı unuttun.” dedi. Nuran’ın elindeki eski samovardan yükselen buhar gözlüğünü buğulandırırken, o kalabalık ortamda yüreği sıkıştı. “Özür dilerim efendim… Bir daha olmayacak.” dedi. Fakat Mehmet Bey kararlıydı: “Olmayacak çünkü kovuldun.”

Göz göze gelmeden çıktı gitti oradan. Anlık bir sessizlik, sonra kahve fincanlarının çınlaması, müşterilerin fısıltıları… Nuran’ın dünyası başına yıkılmış gibiydi. Bu iş onun tek geçim kaynağıydı; evini, kirayı, faturaları, İstanbul’daki yalnız ama umut dolu hayatını… Hepsini düşününce başı dönüyordu.

Gözyaşları içindeydi ve karşısındakilerin acıma dolu bakışlarını hissediyordu. Ama öfke de yükseliyordu içinde – öfke değil, utanç da değil; daha çok “yaşamaya devam etmek için çıplak bir cesaret”.

Kafenin kapısı aniden açıldı. Bronz çan sallandı. İçeriye, lacivert kusursuz takım elbisesi, parlak deri ayakkabılarıyla biri girdi. Uzun boylu, güçlü duruşlu, bakışları kararlı bir adamdı. Ahşap döşeme, kahve kokusu, kalabalık… hepsi onun varlığıyla durdu. O, Tuncay Kılıçoğlu’ydu; İstanbul’un en zenginlerinden, otel zincirleri sahibi genç iş insanı.

Tuncay direkt Nuran’a baktı: “Sen Nuran Güneş misin?” dedi. Nuran başını salladı; ses çıkmadı. Tuncay, müdürü görmezden gelerek onu alıp sessiz bir köşeye götürdü. Masaya oturunca, “Baban Hasan Güneş hakkında konuşmam gerek,” dedi. Babası Hasan… 15 yıl önce ölmüştü; Nuran’ın hayatında anıları eksik parçalardı. Neden bahsedecekti Tuncay?

Tuncay nazikçe başladı: “19 yaşındayken hayatımı kurtardı baban. Trabzon’da araziyi görmeye gitmiştim, fırtına çıktı. Teknemi kıyıya yakın bir yerde batırdı. Ben yüzme bilmiyordum. Babam geldi, beni kurtardı.” Nuran kulaklarına inanamadı. O geceye dair hiç duymamıştı bu hikayeyi. Tuncay’ın cebinden çıkardığı mektup bir zamanla sararmıştı: Hasan Güneş tarafından yazılmış. “Sevgili Nur Hanım, eğer bunu okuyorsan genç Tuncay sözünü tutan bir adam olmuş demektir…” Babası, mektubunda Nuran’a “hayatın sunduğu fırsatları hak ettiğini” yazmıştı.

Mektubun satırları arasında Nuran’ın tüm yükleri bir anda hafifledi gibi oldu. Babasının sesi geliyordu kulaklarında; tüm çabalarının, heveslerinin, mücadelelerinin anlamı doğrudan ona bakıyordu. Tuncay devam etti: “Boğaz’da yeni bir kafe açtım. Senin gibi birini arıyordum; misafirperverliğiyle, insanlara saygıyla, özeniyle. Kabul eder misin burayı yönetmeni?”

Nuran ne söyleyeceğini bilemedi. Kovulmuştu; herkes onun yetersiz olduğunu düşünüyordu belki de. Ama babasının mektubu ve Tuncay’ın bakışı… O an seçim yapmak zorundaydı. Ya yeniden düşmek ya yeniden kalkmak… İki gün sonra, Cafe Boğaz adını taşıyan küçük kafede ilk günüydü. Boğaz manzarası, turkuaz pencere çerçeveleri, üzüm asmalarıyla dolu bahçesi vardı. Tuncay sabah çayıyla geldi, Nuran’a ilk günün hediyesi olarak. “Dün seni kovdular, bugün kendi yerinde kahve sunuyorsun,” dedi gülümseyerek.

Nuran gece gündüz çalıştı. Menüsüne Trabzon’un lezzetlerini kattı; taze börekler, peynirler, misafirleri için özel dokunuşlar yaptı. Tuncay ise sürekli öneriler getiriyor, ekipmanları iyileştiriyor, bahçedeki masaların dekorasyonuyla ilgileniyordu. Her şey birlikte inşa ediliyordu: sadece bir iş değil, bir umut; yeniden doğan bir benlik…

Zamanla aralarında farklı bir bağ oluştu. Kendi değil ama ortak bir vizyon, ortak bir amaç. Tuncay’ın annesini hatırlattı Nuran’a babasının o sıcaklığı; Tuncay da Nuran’ın gücünü, sabrını, nezaketini gördü. Bir akşam masanın başındayken Tuncay, “Benim hayatımda sen benim için sadece babaya borçlu olduğum biri değilsin. Seni seçiyorum,” dedi. Bu söz diğerlerinden farklıydı. Çünkü minnettarlıktan öte, saygıdan öte… samimi, içten bir seçimdi.

Ve o gece, ay ışığının Boğaz’dan süzülerek kafedeki masaya vurduğu ışıkta, birbirlerini buldular. Özür dilemek mi zaferdi? Hayır. En büyük zafer, yıkılan hayallerden daha güzel bir şey inşa etmekti. Öfkeyi sevgiye dönüştürmek; kırılan şeyleri tamir etmek, yeniden sevebilmek…

Altı ay sonra Cafe Boğaz, İstiklal sokaklarının hareketliliğinden uzakta da olsa, kartvizitlerde adı geçen sıcak ve seçkin bir mekan haline gelmişti. Yerel sanatçılar burada sahne alıyor; müşteriler sadece kahve içmek için değil huzur için geliyordu. Menü genişlemişti; Tuncay her sabah erkenden geliyor, Nuran’ı görmeden ilk kahvesini içmiyor; kahvenin tadı farklıydı çünkü yanında bir amaç ve birlikte başlatılan bir hikâye vardı.

Ve bir sabah, Nuran ilk Türk kahvesini demleyip fincanları hazırlarken, Tuncay elinde bir plaka getirdi:
“Cafe Boğaz, Nuran Güneş ve Tuncay Kılıçoğlu tarafından kuruldu. Hasan Güneş’in mirasına ve insanlığa sevgiyle adanan bir yer.”

O plaka girişte astırıldı. Bir işaretti bu: bu yer yalnızca bir kahve mekanı değil, bir dönüştürücü sembol. Çünkü bazen en büyük zafer, yenilgiden sonra ayağa kalkmak; incinmiş kalbindeki değeri yeniden görebilmek; geçmişin gölgeleri arasında parlayan bir umut ışığıydı.