Paşanın Kızı Direğe Bağlandı, Babası Komutan Çıkınca Kışla Karıştı!
.
.
Paşanın Kızı ve Cehennem
Isparta’nın dondurucu soğukları, Eğirdirdağ Komando Okulu’nun eğitim alanını bir buz cehenneme çevirmişti. Çamur ve karın birbirine karıştığı arazide, yeni asteymen adaylarının yeşil kamuflajları ter ve çamurla birleşerek neredeyse siyaha dönmüştü. Hepsi, Türk Silahlı Kuvvetlerinin çelikten bel kemiği olacak subaylar olmak için buradaydı. Ancak bu çamur ve ter denizinin ortasında, 23 yaşındaki Elif Kaya dimdik duruşu ve bir an bile kırpışmayan gözleriyle diğerlerinden ayrılıyordu. Buradaki hiç kimse onun gerçek kimliğini bilmiyordu. Dosyasında sıradan bir memur ailesinin kızı olarak yazıyordu. Ama babası, Kor General Ahmet Kaya’ydı.
58 yaşında, Ege Ordusu Komutanı olan Ahmet Kaya, omuzlarında bütün Ege’nin ve adaların sorumluluğunu taşıyan üç yıldızlı efsane bir komutandı. Askeri çevrelerde adı, disiplin, sarsılmaz irade ve bazen de aşılması imkansız bir duvarla eş anlamlıydı. Elif, o duvarın gölgesinde kalmak istemiyordu. Babasının şanlı isminin sunduğu ipekten yollar yerine kendi bileğinin hakkıyla yürüyeceği dikenli bir patikayı seçmişti. Korgeneral Ahmet Kaya’nın kızı olarak değil, asteymen adayı Elif Kaya olarak tanınma tutkusu onu bu buz cehennemine getirmişti.
Birliğe teslim olmadan önceki gece, babasıyla yaptığı o son konuşmayı hatırladı. Babasının devasa harekat haritaları başında görmeye alıştığı sert ve kararlı yüzünde ilk defa bu kadar belirgin bir endişe vardı. “Elifim, kızım, emin misin? Oranın nasıl bir yer olduğunu kimse benden daha iyi bilemez,” demişti. Elif, babasının çakmak çakmak parlayan gözlerinin içine dost doğru bakmış ve cevap vermişti: “Baba, ben oraya sizin kızınız olarak gitmiyorum. Ben oraya Türkiye Cumhuriyeti’nin bir askeri olarak gidiyorum. Lütfen izin verin.” Kısa bir sessizlikten sonra babası sadece tek bir kelime söylemişti: “Peki.” Bu, hem bir baba hem de eski bir askerin kızının çelikten iradesine duyduğu saygıyı gösteren bir teşvikti.
Eğitim, hayal ettiğinden çok daha acımasızdı. Sabah 5’teki borazan sesinden gece 10’daki yat borusuna kadar bir an bile durmak yoktu. Tam teçhizatlı intikaller, yakın dövüş eğitimleri, sızma tatbikatları hepsi birbiri ardına acımasız dalgalar gibi üzerlerine vuruyordu. Sayısız aday ya buz gibi arazide ya da tozlu tatbikat sahasında yığılıp kalmıştı. Ama Elif bir kez bile pes etmedi. Hayır, pes edemezdi. Babasının onurunu lekelemeyeceğine dair kendine verdiği söz ve kendi sınırlarını görme arzusu her düştüğünde onu yeniden ayağa kaldırıyordu.
Bu sarsılmaz duruşu, devre arkadaşlarının takdirini kazanırken aynı zamanda bir kişinin de sinirlerini bozuyordu: Hakan Demir. 35 yaşında, bu okulda “Gaddar Hakan” lakabıyla tanınan bir başçavuştu. Anormal derecede esmerleşmiş teni ve hançer gibi keskin bakan gözleriyle özellikle başarılı olan ya da torpilli olduğunu düşündüğü adayları hedef alıp onlara hayatı zindan etmesiyle ün salmıştı. İşkenceye varan eğitim metotları gerçek bir dehşet saçıyordu ve eğer onu kızdırırsanız bütün gün eğitim alanında sürünmek zorunda kalacağınıza dair söylentiler vardı.
Gaddar Hakan, ilk günden beri Elif’i gözüne kestirmişti. Elif’in her görevi sessizce, bir kez bile şikayet etmeden tamamlaması, diğerleri gibi kaytarmaya çalışmaması ve özellikle o meydan okuyan boyun eğmeyen bakışları, Hakan’ın çarpık egosunu kışkırtıyordu. “Hey sen! 212 numara!” Bir atış eğitiminden sonra Hakan bağırdı. Elif, topuklarını birleştirip esas duruşa geçti. “Emret komutanım. Asteymen adayı 212 Elif Kaya.” Hakan, avını süzen bir yırtıcı gibi etrafında dolanmaya başladı. Yüzünde alaycı bir gülümseme vardı.
“Baban ne iş yapıyor, 212?” Elif, önceden hazırladığı cevabı tereddütsüzce verdi: “Babam devlet memuru, komutanım.” Hakan küçümseyen bir sesle güldü. “Memur kızı ha! Ama gözlerin sanki arkan çok sağlammış gibi bakıyor. Sanki birilerine güveniyorsun, değil mi?” “Kesinlikle hayır, komutanım.” “Ne demek hayır? Gözlerinde kocaman harflerle ‘ben sizden farklıyım’ yazıyor. Yalan mı söylüyorum?” Sesi bir kırbaç gibi şakladı. Elif dudaklarını sımsıkı kapattı. Bunu ne kabul edebilir ne de inkar edebilirdi. Sessizliği Hakan tarafından bir itiraf olarak yorumlandı ve iğrenç bir sırıtış yüzüne yayıldı. Elif’in omzuna sertçe vurdu.
“Kendine gel bakalım prenses. Burası babanın çiftliği değil. İyi dinle beni. Canım isterse askerlik hayatını sana cehennem ederim.” O günden sonra Gaddar Hakan’ın zulmü aleni bir şekilde başladı. Yemek saatinde bilerek onun tepsisini deviriyor, içtima saatinde tek başına bütün tuvaletleri temizlemeye zorluyordu. Yat borusundan hemen önce yapılan ani toplanmalar ve anlamsız cezalar artık sıradanlaşmıştı. Ama Elif her şeye sessizce katlanıyordu. Burada yıkılırsa babasının kızı olmaktan öteye gidemediğini kendi elleriyle kanıtlamış olacağını düşünüyordu.
Ama onu endişeyle izleyen biri vardı. Adı Emre Yılmaz’dı. 22 yaşında, aynı devreden bir arkadaştı. Fiziksel olarak diğerlerinden daha zayıftı ama kalbi herkesten daha sıcak ve adalet duygusuyla doluydu. Hakan’ın insanlık dışı davranışlarına öfkeleniyor ama karşı koyacak cesareti bulamıyordu. Yapabildiği tek şey, Elif tek başına tuvaletleri temizlerken gizlice ona yardım etmek ya da doğru düzgün yemek yiyemediği zamanlarda kendi ekmeğini ona vermekti.
“İyi misin Elif?” Bu adam neden sürekli sana taktı diye fısıldadı bir gece, herkes uyurken koğuşta. Elif ay ışığının vurduğu pencereden dışarı bakarak sakince cevap verdi: “Bilmiyorum Emre. Sanırım benden hoşlanmadı ama bu kadarı da fazla. Böyle giderse dayanamayacaksın.” “Sorun değil. Ben her şeye hazırlıklı geldim.” Elif’in sesi o kadar sakindi ki Emre daha fazla bir şey söyleyemedi. Gözlerinde bir teslimiyet yoktu. Aksine daha da şiddetle yanan bir ateş vardı ve o güçlü görünüşün ardında saklanan derin yalnızlığı hissetti.

Birkaç gün sonra engelli parkur eğitimi başlamıştı. Isparta’nın kışı en sert yüzünü gösteriyordu. 10 derecelik soğukta adaylar duvarlara tırmanıyor, dikenli tellerin altından sürünüyor ve buz gibi çamurda yuvarlanıyorlardı. Cehennemden farksız günlerdi. Son etap çamur dolu bir hendekte yapılan boğuşmaydı. Adaylar iki takıma ayrılmış, vıcık vıcık çamurun içinde birbirleriyle mücadele ediyorlardı. Elif, kadın olduğu için onu küçümseyen karşı takımdaki erkek adaylara inatla yapıştı. Onun bu gözü kara mücadelesi sayesinde takımı galip geldi. Her tarafı çamur ve ter içinde nefes nefese kalmış bir haldeydi.
Tam o sırada arkasından o şeytani ses duyuldu. “212 numara. Aferin bakalım. Bütün erkekleri alt ettin. Kendini kahraman gibi mi hissediyorsun şimdi?” Kaddar Hakan’dı. Elif’in çamura bulanmış kamuflajını işaret ederek alay etti. “Bu ne hal böyle? Disiplinsizlik diz boyu. Çamurda yuvarlanmak çok mu hoşuna gitti yoksa erkeklerle sürtünmeyi sevdin galiba?” Açıkça bir cinsel tacizdi. Etraftaki bütün adaylar nefeslerini tuttu. Elif’in yüzü buz kesti. “Lütfen sözlerinize dikkat edin komutanım.” “Dikkat etmek mi? Sen kim oluyorsun da bana akıl veriyorsun? Ha!” Hakan’ın yüzü öfkeden kasıldı. Elif’in yakasına yapıştı. Vücudu bir anlığına havalandı ve sonra şiddetle yere fırlatıldı. “Senin o lanet olası gururunu bugün burada paramparça edeceğim.” Gaddar Hakan’ın gözlerinde delice bir parıltı vardı.
Yakında duran iki assubaya işaret etti. Adamlar tereddüt ettiler ama Hakan’ın öldürücü bakışları karşısında istemeye istemeye Elif’e doğru yürüdüler. Eğitim alanının ortasında, füm eğitimler bittikten sonraki sız boşlukta Elif oraya sürüklendi. Her şeyi gören Emre’nin beti benzi atmıştı. Korkunç bir şeyin olacağını hissediyordu ama ayakları korkudan yere çivilenmiş gibiydi. Elif, korkudan titremiyordu. Aksine öfke bütün bedenini yakıyordu. Kendisini bekleyen kaderi tahmin edebiliyordu. Onu ezmek isteyen bu devasa şiddetin karşısında son onur kırıntısını korumak için dişlerini sıktı.
Karanlığa kendi isteğiyle hapsolmuş olan yıldız, şimdi kimliğinin en acımasız şekilde dünyaya ifşa edilmesi tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Isparta’nın ayazı merhametsizdi. Yerden kalkan soğuk, gökyüzünden inen keskin rüzgarla birleşerek dev bir buz fırını oluşturuyordu. Gaddar Hakan o buz fırının merkezinde, eğitim alanının ortasında duruyor ve Elif’e doğru şeytani bir gülümsemeyle bakıyordu. Arkasında diğer adaylar duruyordu. Bazıları korkuyla, bazıları ise merakla bakıyordu. “212 numara. Kamuflajın ter ve çamur içinde iğrenç görünüyor. Bir askerin onurunu lekeliyorsun. Derhal çıkar onu!” Hakan’ın emri bir gök gürültüsü gibi yankılandı.
Elif kulaklarına inanamadı. Yüzlerce silah arkadaşının önünde üniformasını çıkarmasını mı istiyordu? Bu artık sıradan bir ceza değildi. Bir insanın ruhunu yok etmeyi amaçlayan alçakça bir şiddet eylemiydi. “Duymadın mı beni? Çıkar üniformayı!” “Çıkaramam.” Elif’in sesi fısıltı gibiydi ama kararlıydı. Doğru Hakan’ın gözlerine baktı. O gözlerde korku yoktu. Sadece fiksinti vardı. O an Hakan’ın kontrol damarı koptu. Sıradan bir adayın emrine karşı gelebileceğini hayal bile edemiyordu. “Peki sen çıkarmazsan ben sana yardım ederim.” Hakan bir el işareti yaptı. Yanındaki iki asubay hemen Elif’in üzerine atıldı. Elif şiddetle direndi ama orduda eğitim görmüş iki erkeğin gücüne karşı koyamadı. Elleri arkadan büküldü. Kaba eller kamuflajının yakasını yırttı.
“Durun bırakın!” Elif’in çaresiz çığlığı havada asılı kaldı. Düğmeleri koptu. Kamuflaj ceketi acımasızca üzerinden sıyrıldı. Geriye sadece tere batmış ince fanilası kalmıştı. Vücudunun üst kısmı ayazın ortasında çırıl çıplak kalmıştı. Adayların arasından birkaç kıkırdama sesi yükseldi. Bu sesler birer hançer gibi Elif’in kalbine saplandı. Ama Gaddar Hakan’ın zalimliği burada bitmedi. Bu daha başlangıç. “Sen ordunun yüz karasısın. Herkesin görmesi için sergilenmelisin.” Eğitim alanının köşesindeki eski bir direği işaret etti. Subaylar Elif’i sürükleyerek oraya götürdüler ve sırtını direğe dayadılar. Sonra önceden hazırlanmış kaba iplerle onu bağladılar. Alçaklar! Elif küfürler savurarak çırpındı ama ipler acımasızca bileklerini, belini ve bacaklarını sıktı. Artık üzerinde sadece ince bir fanilayla o utanç verici halde direğe bağlanmıştı.
“Ah şimdi daha iyi görünüyor. Herkes iyi baksın. Disiplini bozanın amirine karşı gelenin sonu budur. Bundan sonra hanginiz bana karşı gelmeye cüret ederse onu da bu hale getiririm.” Hakan, Elif’in haline tatmin olmuş bir şekilde baktı. Sonra daha da zalim bir emir verdi. “Telefonu olanlar çıkarsın. Bu tarihi anı ölümsüzleştirin de ömür boyu saklayın. İşte asteymen adayı Elif Kaya’nın gerçek yüzü.” Emir üzerine birkaç aday tereddüt ettikten sonra ceplerinden telefonlarını çıkardılar. Deklanşör sesleri eğitim alanında yankılandı. Elif gözlerini kapattı. Utanç, öfke ve tarifsiz bir çaresizlik onu ele geçirdi. Gözyaşları yanaklarından süzülerek toza, toprağa karıştı. İçinde babasının yüzü canlandı. Kendi gücüyle bir asker olacağına dair verdiği söz. Şimdi ne kadar da acınasıydı.
Tam o sırada idari binada kıdemli bir astsubay, adayların özlük dosyalarını düzenlerken tesadüfen Elif Kaya’nın dosyasına denk geldi. Acil durumda aranacak kişi bölümündeki ismi görünce gözleri fal taşı gibi açıldı. Orada sıradan bir isim yazmıyordu. Ahmet Kaya ve yanında da unvanı Ege Ordusu komutanı. Astsubayın elleri titremeye başladı. Gözlerine inanamadı. Dosyayı birkaç kez kontrol etti. Yanlışlık olması imkansızdı. O anladı. Dışarıda Gaddar Hakan’ın işkence ettiği o kadın aday, tüm ordunun önünde saygıyla eğildiği Kayapaşa’nın Korgeneral Ahmet Kaya’nın kızıydı.
Yüzünde kan kalmamıştı. İdari binadan fırladı. Koşarak Hakan’ın yanına gitti ve kulağına fısıldadı. “Başçavuşum. Büyük bir sorun var. 212 numaranın babasının kim olduğunu biliyor musunuz?” “Kimmiş de bu kadar panik oldun?” “Korgeneral Ahmet Kaya, Ege Ordusu Komutanı.” Anında Hakan’ın yüzündeki o pis gülümseme dondu. Göz bebekleri şiddetle kasıldı. Ege Ordusu komutanı. Hem de yaşayan efsane olarak bilinen Ahmet Kaya. Elindeki o kadın aday onun kızıydı. Kısa bir şok ve korku dalgası sırtından aşağı indi. Ama bu duygu hızla çarpık bir inatçılığa ve deliliğe dönüştü. “Ne olmuş yani? Ordu komutanının kızı diye askeri kanunlardan üstün mü? Aksine daha iyi bir paşanın kızını ayaklarımın altına alma hissini herkes yaşayamaz.”
Hakan daha da kibirli bir şekilde Elif’e yaklaştı. Çenesini kabaca tuttu. Yüzünü kendisine bakmaya zorladı. “Aa az daha unutuyordum. Duyduğuma göre baban çok büyük adammış değil mi? Ege Ordusu komutanı.” Sesi etraftaki herkesin duyabileceği kadar yüksekti. Adayların arasından şaşkınlık ve hayret fısıltıları bir dalga gibi yayıldı. “Komutanın kızı mı? Olamaz! O yüzden bakışları farklıydı demek.” Ama ne önemi var değil mi? “Burası babanın dünyası değil. Burada kral benim, kanun benim.” Elini savurdu ve Elif’in yanağına sert bir tokat attı. “Şap!” Sesi tüm alanda yankılandı. “Baban üç yıldızlı general olsa ne yazar? Şimdi haline bak. Dire çırıl çıplak bağlanmış. Aleme rezil oluyorsun. İstersen babanı arayayım. Ha gelsin de biricik kızının halini görsün.” Hakan’ın bu alaycı sözleri Elif’in son mantık kırıntısını da kopardı. İçinde çırpınarak bağırdı. “Kes sesini seni hayvan! Senin gibilerin bu üniformayı giymesi Türk ordusuna yapılmış en büyük hakarettir.”
“Ha hala akıllanmadın mı peki? Baban gelene kadar. Hayır. Ayaklarıma kapanıp özür dileyene kadar seni asla çözmeyeceğim.” Bunu söyledikten sonra Hakan arkasını dönüp gitti. Elif buz gibi demir direğe yaslanmış, nefes nefese kalmıştı. Hissettiği utanç ruhunu kemiren fiziksel acıdan çok daha fazlaydı. Tüm bu manzarayı başından sonuna kadar izleyen Emre Yılmaz, bütün vücudunun donduğunu hissetti. Gözlerinde korkunun yanı sıra bir öfke ateşi de yanıyordu. Bu deliliğin devam etmesine seyirci kalamayacağını düşündü. Yumruklarını sıktı. İçindeki sert bir şeyin kırıldığını hissetti. Çatlak oluşmaya başlamıştı. Emre Yılmaz’ın kalbi bir savaş davulu gibi göğsünü dövüyordu. Gözlerinin önünde yaşanan sahne gerçek değil bir kabustu. Bir insanın onuru bu kadar acımasızca ayakları altına alınabilir miydi? Damarlarındaki kanın çekildiğini hissetti.
Özellikle Elif’in o efsanevi komutanın kızı olduğunu öğrendikten sonra Hakan’ın davranışları daha da sadist bir hal almıştı. Bu durum, insan doğasına karşı derin bir tiksinti duymasına neden oldu. Korku boğazını sıkıyordu. Eğer şimdi sesini çıkarırsa bir sonraki hedefin kendisi olacağı kesindi. Gaddar Hakan’ın deliliği kontrolden çıkmıştı ama arkasını dönüp gidemezdi. Elif’in her şeyden vazgeçmiş gibi başı öne eğik, direğe bağlanmış hali bir damga gibi zihnine kazılmıştı. Gizlice ona verdiği ekmekleri, zor işlerde diğerlerine sessizce yardım edişini, o güçlü görünüm ardındaki sıcaklığı hatırladı. “Böyle durup bekleyemem.”
Emre kararını verdi. Sessizce sıranın arkasına geçti. Gözlerden uzaklaştı ve koğuşların olduğu binaya doğru yürüdü. Elleri titriyordu ama cebinden özenle sakladığı küçük bir not defterini çıkardı. İçinde Genelkurmay Başkanlığı’nın şikayet hattının numarası yazılıydı. Bu numara, birliğe ilk katıldıkları gün insan hakları eğitimi sırasında verilmişti. O zamanlar bunun sadece bir formalite olduğunu düşünmüştü. Ama şimdi bu numara tek umut ışığıydı. Binadaki ankesörlü telefon. Aizeyi kaldırmak bile kalbinin yerinden fırlamasına neden oluyordu. Etrafı birkaç kez kontrol ettikten sonra titreyen parmaklarıyla numarayı tuşladı.
“Evet, Genelkurmay Başkanlığı şikayet hattı. Buyurun. Size nasıl yardımcı olabiliriz?” Sakin, tok bir kadın sesi duyuldu. Emre yutkundu ve neredeyse fısıldayarak konuştu. “Ben bir ihbarda bulunmak istiyorum.” “Elbette. Lütfen devam edin. Kimliğiniz tamamen gizli tutulacaktır.” Emre gözlerini kapattı ve eğitim alanında olanları aklına geldiği gibi karmakarışık bir şekilde anlatmaya başladı. “Şu anda Eğirdirdağ Komando Okulu’nda bir adaya kötü muamele yapılıyor. Başçavuş Hakan Demir isminde bir komutan, bir kadın adayı neredeyse çıplak bir halde direğe bağladı ve herkese fotoğrafını çektiriyor.” Sesi öfke ve korkudan titriyordu. Telefondaki görevli sözünü kesmeden sakince dinledi. “Anlıyorum. Adayın ismini ve tam olarak yerini belirtebilir misiniz?” “Adı Elif Kaya. Aday numarası 212. Yer Isparta. Eğirdir’deki komando okulunun ana eğitim alanı. Lütfen lütfen çabuk gelin. Böyle giderse çok kötü şeyler olacak.”
Telefonu kapattıktan sonra Emre’nin bütün gücü çekildi. Duvara yaslandı. Doğru bir şey yapmanın getirdiği rahatlama ve yakalanma korkusu aynı anda üzerine çöktü. Kötü önsezisi doğru çıkmıştı. Tuvalete giden bir devre arkadaşı onun telefonla konuştuğunu görmüştü. Bu kişi sürekli Hakan’a yaranmaya çalışan tiplerdendi. Hemen eğitim alanına koştu ve her şeyi anlattı. “Başçavuşum, Emre Yılmaz. Hoovuşların orada gizlice telefonla konuştu. Sanırım bu olayı bir yerlere bildirdi.” Bunu duyan Hakan’ın yüzü korkunç bir hal aldı. Elif’i orada bağlı bırakıp öfkeli adımlarla binaya doğru yürüdü. Birkaç as subay ve yakını olan adaylar da onu takip etti.
Hücre ankesörlü telefonun önünde boş boş dururken üzerine doğru gelen gölgeleri görünce kalbinin durduğunu hissetti. “Seni köpek! Kime arkadan bıçak sallamaya cüret edersin sen?” Hakan’ın yumruğu dost doğru Emre’nin yüzüne indi. Huru bir pat sesi duyuldu. Emre yere yuvarlandı. Ağzına genzini yakan kan tadı doldu. “Kendini ne sanıyorsun sen? Kahraman mı? O sürtüğün gözüne girmeye mi çalışıyorsun?” Hakan ve yandaşlarının tekmeleri yağmur gibi üzerine yağıyordu. Emre, cenin pozisyonunda kıvrılıp darbelere katlandı. Kırılan kemiklerinin acısı, adaleti aramanın bedelinin bu kadar acımasız olduğunu anladığında hissetti. “İstediğin kadar şikayet et. Bakalım nereye varacaksınız? Seni de o sürtü de, ikinizi de burada çöp edeceğim.” Dayak ancak Emre bilincini kaybettiğinde durdu.
Bu sırada Ankara’daki Genelkurmay karargahında şikayet hattına gelen ihbar derhal üst makamlara iletildi. Başlangıçta sıradan bir disiplin ihlali vakası olarak görülmek üzereydi. Ama raporda Elif Kaya ismi ve Eğirdirdağ Komando Okulu belirtilince durum aniden değişti. Mağdurun kimliğini doğrulayan bir kurmay subay, gördükleri karşısında dehşete düştü. “Komutanım, çok büyük bir sorun var. Bu asteymen adayı Elif Kaya, Korgeneral Ahmet Kaya’nın Ege Ordusu komutanının kızı.” İncelemeden sorumlu Tuğ General, raporu duyduktan sonra şakaklarını ovuşturdu. Olayın ciddiyeti bambaşka bir boyuta ulaşmıştı. Bu artık basit bir kötü muamele vakası değil, tüm Türk Silahlı Kuvvetlerini sarsabilecek dev bir skandaldı.
Durumu derhal Genelkurmay ikinci başkanına bildirdi. Haber karargahın üst düzey yöneticileri arasında hızla yayıldı. İkinci başkan, derhal askeri inzibat gönderilmesi gerektiğini söyledi. Ancak siyasi sonuçlardan endişe eden diğerlerinin itirazıyla karşılaştı. “Hükümetin tepkisinden çekinen üst düzey bir bürokrat,” konuştu. “Kayapaşa’nın karakterini bilirsiniz. Bunu duyarsa bütün orduyu Isparta’ya yığar. En iyisi şimdilik ona haber vermeyelim. Biz sessizce halledelim.” Aynı anlarda İzmir’deki Ege Ordusu Komutanlığı karargahında Korgeneral Ahmet Kaya, ordu seviyesinde bir tatbikatı yönetmek için uykusuz bir gece geçiriyordu. Masasının üzerinde tek bir fotoğraf duruyordu. Kızı Elif’le çekilmiş bir fotoğraf. Küçük Elif’in babasının kepini takmış, pırıl pırıl gülümsediği bir andı. Fotoğrafa bir an baktı. Hafifçe gülümsedi. “Kızım, şimdi o zorlu eğitimi aşmaya çalışıyordur,” diye düşündü.
Sonra hızla önündeki harekat haritasına geri döndü. Genelkurmayda olayın Kayapaşa’ya nasıl ve ne zaman bildirileceği hatta bildirilip bildirilmemesi şiddette tartışılıyordu. Onlar bu beceriksizliğin içindeyken, Isparta’daki o okulda genç bir kadın askerin onuru paramparça ediliyordu. Bir başka genç asker ise sadece adaleti aradığı için ölümün eşiğine getiriliyordu. Genelkurmayın yüksek duvarları içinde başlayan küçük bir çatlak, onların tahmin bile edemeyeceği dev bir fırtınaya gebeydi. Ve fırtınanın merkezi, hiçbir şeyden habersiz kızının fotoğrafına bakıp gülümseyen o efsanevi komutana doğru yavaş yavaş ilerliyordu.
Genelkurmayda gece gündüzden daha uzundu. Eğirdir’de yaşanan olay artık basit bir rapor değil, üst düzey komutanların masasında duran dev bir siyasi bombaydı. Rapordaki her bir kelime, ne zaman patlayacağı bilinmeyen bir saatli bombanın keskin bir şarapnel parçası gibiydi. Genelkurmay ikinci başkanının makam odasına ağır bir sessizlik çökmüştü. Karşısında incelemeden sorumlu Tuğ General ve birkaç kilit kurmay subay oturuyordu. İkinci başkan, şakaklarını ovuşturarak konuştu. “Yani Korgeneral Ahmet Kaya’nın kızı asteymen adayı olarak birliğe katılmış ve oradaki psikopat bir başçavuş tarafından aşağılanıyor. Öyle mi?”
“Emredersiniz komutanım.” “Durum tam olarak bu. Asıl sorun, fail Hakan Demir’in mağdurun Kayapaşa’nın kızı olduğunu öğrendikten sonra durmak yerine işkencenin dozunu daha da arttırması.” Tuğ General’in sözleri, ikinci başkanın alnındaki kırışıklıkları daha da derinleştirdi. “Kayapaşa’ya hala haber verilmedi, değil mi?” “Evet, komutanım. Talimatınız üzerine devam eden bu kritik tatbikat sırasında komutanımızın psikolojik istikrarını korumak amacıyla raporlamayı erteledik.” “Psikolojik istikrar.” Bu sadece süslü bir bahaneydi. Asıl neden, kontrol edilemez bir durumdan duyulan korkuydu. Ahmet Kaya, orduda Çelikpaşa ya da Dozer lakaplarıyla tanınırdı. Uzlaşma bilmeyen, çelikten bir iradeye sahip, bir hedef belirlediğinde ne pahasına olursa olsun onu başaran bir adamdı. Üzerine titrediği tek kızının böyle korkunç bir olaya maruz kaldığını öğrendiğinde nasıl tepki vereceğini herkes biliyordu. Kesinlikle tüm askeri usulleri ve prosedürleri bir kenara bırakır, bir helikopteri atlayıp doğruca Isparta’ya uçardı ve o harekete geçtiğinde olay Genelkurmayın kontrolünden çıkar, geri dönülemez bir skandala dönüşürdü.
İkinci başkan kararını verdi. “Şimdilik teftiş kurulu usulüne uygun olarak bir soruşturma ekibi oluştursun ama acele etmesinler. Yarın sabah durumu yerinde görmek için en alt rütbeden bir heyet gönderin. Herkesin ağzını sıkı tutun, basına sızmasın ve ne pahasına olursa olsun tatbikat bitene kadar Kayapaşa’dan sır gibi saklayın. Bu bir emirdir.” Olayı çözme iradesinden çok sorumluluktan kaçmak, zaman kazanmak ve hasarı en aza indirmek için verilmiş korkakça bir karardı. Onların zihninde kendi siyasi gelecekleri ve güvenlikleri, onuru çiğnenen bir kadın askerin durumundan daha önemliydi. Ancak onların bu sıkı bürokratik ağında bile bir açık vardı. Raporlama zincirindeki genç bir binbaşı, Ahmet Kayapaşa henüz tümen komutanıyken onun emrinde bölük komutanlığı yapmıştı. Kayapaşa’nın astlarını ne kadar sevdiğini ve asker onuruna ne kadar değer verdiğini herkesten iyi biliyordu. Üstlerinin olayı örtbas etme şekli karşısında duyduğu öfke ve hayal kırıklığına dayanamadı. Uzun süre düşündükten sonra riskli bir karar verdi. Resmi raporlama kanalını atlayarak Ege Ordusu Komutanlığı’nın özel kalem müdürü ile güvenli gayrimi bir hat üzerinden temasa geçti.
Gönderdiği mesaj sadece birkaç satırdan oluşuyordu. “Şikayet hattına gelen ihbarın ses kaydı ve Emre’nin anlattıklarının dökümü vardı. Asteymen adayı Elif Kaya, Eğirdirdağ Komando Okulu Başçavuş Hakan Demir. Kötü muamele. Şu an eğitim alanında direğe bağlı. Genelkurmay kasıtlı olarak örtbas ediyor. Doğrudan komutana arz edilmesi önerilir.” İzmir Ege Ordusu Komutanlığı karargahı. Devasa ekranlar, tüm bölgenin uydu görüntülerini ve dost ile varsayımsal düşman birliklerinin hareketlerini gösteren sembollerle yanıp sönüyordu. Onlarca kurmay subayın önünde Korgeneral Ahmet Kaya, varsayımsal bir düşman zırhlı birliğinin hareket yönünü tahmin ediyor ve keskin talimatlar veriyordu. “Düşmanın ana taarruz istikameti yüksek ihtimalle Çardak değil, 202 numaralı karayolu boyunca Denizli’ye doğru olacak. 3. Mekanize Tugay derhal Tavas bölgesine intikal ederek savunma hattı oluştursun. Ordu topçusu K9 obüslerinin menzilini en üst düzeyde kullanmak için yüksek noktalara yeniden konuşlansın.” Sesi bir an bile titremiyordu. Herkes nefesini tutmuş, bir sonraki emrini bekliyordu.
Özel kalem müdürü olan albay, bembeyaz bir suratla yaklaştı ve kulağına fısıldadı. “Komutanım, affınıza sığınırım ama bir dakikanızı alabilir miyim? Güvenli bilgi odasından acil bir rapor var.” Bir harekat toplantısının ortasında özel bir rapor almak, Ahmet Kaya’nın askerlik hayatı boyunca hiç yaşanmamış bir şeydi. Tüm kurmay subayların gözleri ona çevrildi. Kayapaşa hafifçe kaşlarını çattı ama gölgesi gibi peşinden ayrılmayan özel kalem müdürünün yüzündeki ifadeyi görünce kötü bir şeyler olduğunu hissetti. “5 dakika ara.” Kısa emrinden sonra albayı takip ederek güvenli bilgi odasına girdi.
Kapı kapanır kapanmaz albay, titreyen elleriyle ona şifrelenmiş bir tablet uzattı. “Komutanım, öncelikle metanetli olmanız gerekiyor.” Kayaşa sessizce tableti aldı. Ekranda “Eğirdir’de kötü muamele videosu” yazıyordu. Bilinçsizce oynat tuşuna bastı ve sonra dünyası başına yıkıldı. Ekranda bir askeri okulun tanıdık eğitim alanı ve kızı Elif, üzerinde sadece bir fanila kalmış halde bir direğe bağlanmıştı. Yüzü ter, gözyaşı ve tozla kaplıydı. İfadesi utanç ve öfkeden tanınmaz haldeydi. Etrafında gülen, alay eden ve cep telefonlarıyla fotoğraf çeken askerler vardı. Video, şeytan suratlı bir assubayın kızının yanağına tokat attığı ana geldiğinde Kayapaşa’nın elleri tableti paramparça etmek istercesine sıkıldı. Videodaki kızının acı dolu iniltisi kalbini binlerce parçaya ayırıyordu. Hiç ses çıkarmadı. Ne bir çığlık, ne bir küfür. Onun yerine vücudundan yayılan ölümcül bir aura odadaki havayı dondurmaya yetti. 60 yıllık hayatı boyunca dövülmüş çelikten bir ölüm sessizliğiydi.
Özel kalem müdürü başını kaldıramıyordu. Ahmet Kaya yavaşça başını kaldırdı. Gözleri han çanağına dönmüştü. Savaş meydanında bir kez bile akıtmamış olduğu gözyaşları şimdi gözpınarlarında birikiyordu. Ama bunlar hüzün gözyaşları değildi. Bunlar kaynayan bir lav gibi öfkeden, kızını koruyamadığı için duyduğu sonsuz bir pişmanlıktan damıtılmış çelikten gözyaşlarıydı. Tableti masaya bıraktı ve derhal Genelkurmay ikinci başkanını aradı. Birkaç çalıştan sonra ikinci başkanın hafif yapmacık sesi duyuldu. “Aa Kayapaşa. Gecenin bu vaktinde ne oldu? Tatbikat iyi gidiyor mu?” “Benim kızım.” Kayapaşa’nın sesi buz gibiydi. “Benim kızım Elif şu an nerede? Ne yapıyor biliyor musunuz?” Hattın diğer ucundaki ikinci başkanın bariz bir şekilde kafası karışmıştı. “Ne diyorsunuz paşam? Elif kızımız komando okulunda eğitimine devam ediyor. Ne olacak?” “Eğitim mi? Sizin gözünüzde bu eğitim mi? Çırıl çıplak soyulup direğe bağlanarak aleme rezil edilmek. Bu mu Türk Silahlı Kuvvetlerinin eğitim metodu?” Kayapaşa’nın sesi bir gök gürültüsü gibi patladı.
Telefondaki ikinci başkanın sesi kesildi. Kayapaşa’nın bunu nasıl öğrendiğini soracak zamanı bile olmamıştı. “Derhal bir helikopterle Isparta’ya uçacağım. O pisliklerin boğazını kendi ellerimle sıkmadan önce beni durdurmaya kalkmayın.” “Durun, durun paşam. Sakin olun. Şimdi duygusal hareket etmek işleri daha da büyütür.” “Öncelikle Genelkurmay olarak resmi kes sesini.” Kayapaşa’nın sesi, artık en ufak bir saygı kırıntısı kalmamıştı. “Benim kızım hayvan bile denemeyecek bir güruhun elinde aşağılanırken siz bana prosedürden mi bahsediyorsunuz?” “Sizin de bir evladınız olsaydı bu sözleri söyleyebilir miydiniz?” “Haşam. Bu emre itaatsizliktir. Şu anda büyük çaplı bir tatbikatın komutanısınız. Bu savaştan farksızdır. Bir komutanın kişisel duygularıyla görev yerini terk etmesi.” “Emir mi?” Kayapaşa acı acı güldü. “Peki o zaman ben de bir emir veriyorum. Şimdi kendi oğlunuza bir üniforma giydirin ve derhal Isparta’ya gönderin. Ve ben de kızımın yaşadıklarının aynısını ona yaşatacağım. Bakalım o zaman hala prosedürden ve emirden bahsedebilecek misiniz?” Sözünü bitirir bitirmez telefonu kapattı.
Derhal filo komutanını arayıp bir helikopter hazırlatmayı düşündü ama ikinci başkanın hamlesi bir adım daha hızlıydı. Genelkurmay’dan Ege Ordusu karargahına acil kodlu bir emir geldi. “Bu andan itibaren tatbikatın komuta istikrarını sağlamak amacıyla Ege Ordusuna bağlı tüm hava araçlarının uçuş ve intikalleri kesinlikle yasaklanmıştır. Yeni bir emre kadar tüm birimler mevcut konumlarında kalarak harekat komutasına odaklanacaktır.” Ahmet Kaya’yı kendi karargahına hapsetmek için kurulmuş alçakça ve zekice bir tuzaktı. Resmi bir emirle onun elini kolunu bağlamışlardı. Kayapaşa, emrin yazılı olduğu kağıdı buruşturup attı. Tekrar bilgi odasındaki ekranı açtı. Kızının başı öne eğik, direğe bağlanmış hali tekrar tekrar oynuyordu. Yanan gözlerle o manzaraya baktı, zihnine kazıdı. Kafasının içinde Korgeneral Ahmet Kaya ile baba Ahmet Kaya şiddetli bir şekilde savaşıyordu. Bir askerin onuru ve sadakati ile bir babanın öfkesi ve sorumluluğu. O çelik adamın kalbinde kıpkırmızı ve yakıcı bir çatlak genişlemeye başlamıştı.
Zaman, Isparta’daki o eğitim alanında donup kalmış, eriyip gidiyordu. Güneş batmış, karanlık çökmüştü ama Gaddar Hakan hala Elif’i çözmemişti. Aksine Genelkurmaydan hiçbir hareket olmadığını görünce Ahmet Kaya isminin bile kendisine dokunamayacağına inanarak daha da küstahlaşmıştı. Zalimi freni patlamış bir kamyon gibiydi. Çılgınca ilerliyordu. “Diz çök!” Gece çökmüş, eğitim alanındaki projektörler yanmıştı. Işıkların altında Elif, bitkin düşmüş, direğe yaslanmış nefes alıp veriyordu. Hakan’ın emrine tepki vermedi. Hayır, tepki verecek gücü kalmamıştı. “Bu hale akıllanmadı mı? Sağır mısın lan sen? Diz çök dedim!” Hakan, askeri botunun ucuyla Elif’in kaval kemiğine sertçe vurdu. Acı dolu bir iniltiyle Elif’in vücudu öne doğru yıldı. Bağlandığı ip gerildi. Korkunç bir acı dalgası vücudunu sardı. Sonunda dizleri soğuk zemine değdi.
“Hah şöyle. Baban üç yıldızlı generalde olsa, beş yıldızlı generalde olsa burada benim önümde diz çökmek zorundasın.” Ona bir damla su bile vermedi. O halde öylece bıraktı. Susuzluk, bitkinlik ve yaşadığı aşırı psikolojik şok, Elif’in bilincini yavaş yavaş bulandırmaya başlamıştı. Kulağında arkadaşlarının fısıltıları ve Hakan’ın alaycı kahkahaları bir ulultu gibi çınlıyordu. Bu sırada koğuşların bir köşesinde revir görevlileri bilincini kaybetmiş olan Emre Yılmaz’ı sediyeye taşıyorlardı. Yüzü kan ve morluklardan şişmiş, tanınmaz haldeydi. Gaddar Hakan, revir görevlilerini sessizce uyardı. “Düşüp yaralandı. Aksini söyleyen olursa onu da bu hale getiririm.” Korku en etkili kontrol aracıydı. Elif için öne çıkan Emre’nin acı sonunu gördükten sonra hiçbir aday ağzını açmaya cesaret edemedi. Sessizlik adı altında yavaş yavaş suç ortağı haline geliyorlardı.
Aynı anlarda İzmir’deki Ege Ordusu Komutanlığı makam odasında Ahmet Kaya pencereden dışarıdaki zifiri karanlığa bakıyordu. Masasının üzerinde kızının fotoğrafının yanında askerlik hayatı boyunca elde ettiği her şeyi simgeleyen madalyaları duruyordu. Genelkurmayın o alçak emriyle tamamen tecrit edilmişti. Resmi olarak hiçbir şey yapma imkanı yoktu. O sırada kapı çalındı. İçeri giren ordu askeri inzibat tabur komutanı yarbaygündü. Kayapaşa’nın en güvendiği astlarından biriydi. Yıllardır gölgesi gibi sadakatli ona hizmet etmişti. Komutanının yüzüne bakmaya cesaret edemeden başı önde rapor verdi. “Komutanım, Genelkurmayın talimatıyla ordu içindeki yarbay üstü rütbedeki tüm subayların acil durum iletişim hatları Teftiş Kurulu tarafından izlenmeye alınmıştır. Ayrıca hava filosunun yakıt ikmal durumunun anlık olarak rapor edilmesi emredildi. Kısacası bizi tamamen kuşattılar.” Kayapaşa sadece sessizce başını salladı.
Yarbaygün bir an tereddüt etti. Sonra kararını vermiş gibi konuşmaya başladı. “Komutanım, sizi tümen komutanı olduğunuz zamandan beri takip ediyorum. Ne olduğunu bilmiyorum ama şu anki bakışlarınız benim tanıdığım asker Ahmet Kaya’nın bakışları değil.” Bunu duyan Kayapaşa, yavaşça arkasını döndü. Gözleri artık kan çanağı gibi değildi. Tüm duygular gitmişti. Geriye sadece derin, karanlık ve sessiz bir uçurum kalmıştı. İşte o sessizlik yarbayak günü ürküttü. “Levent, Emret! Komutanımın emri mi daha önemlidir yoksa bir babanın feryadı mı?” Beklenmedik bir soruydu ama yarbayak gün bu sorunun içinde barındırdığı tüm anlamı anında kavradı. Bir an bile tereddüt etmeden cevap verdi. “Ben komutanımın askeriyim ama ondan önce ben de iki çocuk babasıyım.”
Bu cevap Kayapaşa’nın boş gözlerinde zayıf bir ışığın parlamasına neden oldu. Çekmeceden bir şeyler çıkardı ve yarbayak güne uzattı. “Bunlar onun apoletleri ve komutanlık forslarıydı. Bu gece ben Ege Ordusu komutanı değilim. Sesi boğuk ama kararlıydı. Kızını kurtarmaya giden bir baba olan Ahmet Kaya’yım. Bir babaya yardım etmek için bir askerin onurunu ortaya koyabilir misin?” Bu bir emir değildi. Bir ricaydı. Ama her emirden daha ağırdı. Her şeyini ortaya koymuş bir adamın yakarışıydı. Yarbaygün, komutanının apoletlerini iki eliyle saygıyla aldı. Sonra topuklarını vurdu ve gür bir sesle selam verdi. “Emredersiniz, babam.” O an aralarında artık bir amir-vast ilişkisi yoktu. Sadece iki adam, aynı iradeyi paylaşan iki baba vardı.
Operasyon hızlı ve gizli bir şekilde yürütüldü. Yarbaygün, kendi askeri inzibat taburundan en güvendiği kişilerden oluşan seçkin bir tim topladı. Görevin içeriğini açıklamadı. Sadece “Bu çiğnenen bir asker onurunu geri almak için özel bir görevdir,” dedi. Yarbaygün, mutlak bir güven duyan askerler tek bir soru sormadan emre uydular. Sıradaki sorun helikopterdi. Hava filosunun tüm resmi hareketleri izleniyordu. Yarbaygün, filoda saygınlığı yüksek ve özellikle Kayapaşa’ya derin bir saygı duyan tecrübeli bir binbaşı pilotla gizlice buluştu. “Genelkurmayın resmi emrine aykırı bir uçuş yapmamız gerekecek. Yakalanırsak sadece üniformayı çıkarmakla kalmaz, askeri mahkemede yargılanabiliriz. Uçmaya cesaretin var mı?” Deneyimli pilot, dost doğru Yarbay Akgün’ün gözlerine baktı. “Bu uçuş komutanımın emri mi? Korgeneral Ahmet Kaya’nın bizzat yönettiği bir görev mi?” “Evet.” “O zaman uçarım. Benim növem bu hayatta sadece Korgeneral Ahmet Kaya’ya hizmet eder.”
Gece yarısı saat 2. Ordu karargahının en hücra köşesindeki bir yedek pisti. Zifiri karanlığın içinde bir UH-60 Black Hawk helikopteri, bir hayalet uçak gibi sessizce bekliyordu. Pervaneleri dönmüyordu ama içindeki tüm sistemler kalkışa hazırdı. Genelkurmayın izleme ağından kaçmak için kalkıştan hemen öncesine kadar tüm güç kaynakları kesilmişti. Biraz sonra üzerinde apoletleri ve forsları olmayan bir kamuflajlı Ahmet Kaya, karanlığın içinden belirdi. Arkasında Yarbaygün ve tam teçhizatlı özel görev timi vardı. Helikoptere binmeden önce Kayapaşa bir an durdu. Isparta’nın olduğu güney gökyüzüne baktı. Yüzünde artık ne acı ne de öfke izi vardı. Geriye sadece çelikten bir irade kalmıştı. Helikoptere bindi. Yarbaygün ve askerler hızla onu takip etti. Kapak kapandı.
Pilot, hava trafik kontrolünden izin almadan tamamen kendi muhakemesine dayanarak motorları çalıştırdı. Karanlığı yırtan bir kükreme, Black Hawk’ın pervaneleri dönmeye başladı. Genelkurmayın izleme ekibinin bu izinsiz uçuşu tespit edip durdurma emri vermesi sadece birkaç dakika sürerdi. Ama o birkaç dakika yeterliydi. Pervanelerden kalkan güçlü rüzgar, pistteki tozu dumana kattı. Siyah Black Hawk, bir mermi gibi gökyüzüne fırladı. Demir Kuş, resmi komuta sisteminden kurtulmuştu. Kızını kurtarmak için bir babanın şanını ve hayatını ortaya koyduğu intikam uçuşu başlamıştı. Hesaplaşma vakti yaklaşıyordu.
Black Hawk’ın gövdesi güneye doğru ilerlerken geceyi yarıyordu. Zifiri karanlıkta yerdeki ışıklar uzak yıldızlar gibi akıp gidiyordu. Helikopterin içinde sadece pervanelerin gürültüsü vardı. Kimse tek kelime etmiyordu. Ahmet Kaya, helikopterin soğuk duvarına yaslanmış, gözlerini kapatmıştı. Zihninde kızı Elif’in görüntüleri ağır çekim bir film gibi canlanıyordu. Doğduğunda parmağını sımsıkı kavrayan o minik sıcak elleri. İlk kez “baba” dediğindeki peltek sesi. Babasının eski kepini takıp ayna karşısında selam durduğu o afacan hali. Ve birliğe katılmadan önce babasının gölgesine sığınmadan kendi gücüyle bir asker olmak istediğini söylediği o kararlı bakışları. Tüm bu anı parçacıkları keskin bıçaklar gibi kalbini deşiyordu.
“Ben bütün askerlik hayatımı ne için yaşadım? Vatan için, onur için. Tüm bunlar kızımın acısı karşısında şimdi ne kadar da boş geliyor.” Üniformayı giydiğinden beri ilk kez yaptığı seçim hakkında derin bir şüphe duydu. Ama bu şüphe hızla buz gibi bir öfkeye dönüştü. Artık aklında tek bir şey vardı. Bir babanın sorumluluğu. Yarbay Akgün yaklaşıp kulaklıktan rapor verdi. “Komutanım, 10 dakika sonra Isparta hava sahasındayız.” Önceden temasa geçtiğimiz iç kaynaktan son bilgileri aldım. Kaya Paşa sessizce başını salladı. Asteymen adayı Elif Kaya hala eğitim alanındaki direkte bağlı. Bütün gece diz çöktürülmüş. Şu anda neredeyse baygın halde. Raporu duyan Kayapaşa’nın gözlerindeki son sıcaklık kırıntısı da kayboldu. Doğrudan pilota emir verdi. “Hedef okulun resmi helikopter pisti değil. Doğrudan eğitim alanının merkezi. Maksimum hızla hemen alçalmaya başla.” İntihardan farksız, tehlikeli bir manevraydı. Ama kıdemli pilot bir an bile tereddüt etmeden cevap verdi. “Emredersiniz.”
Sabah 5. Doğu ufku aydınlanmaya başlarken Eğirdirdağ Komando Okulu’nun sessizliğini yırtan bir kükreme duyuldu. Sabah içtimasına hazırlanmak için yeni uyanmış olan askerler ve subaylar, sanki gök yarılıyormuş gibi gelen helikopter sesini duyunca dehşet içinde dışarı fırladılar. Gözlerinin önündeki manzara inanılmazdı. Siyah bir Black Hawk, eğitim alanının ortasına doğru dikey olarak pike yapıyordu. Helikopterden kalkan aşırı güçlü rüzgar, alandaki tozu toprağı bir fırtınaya çevirdi. Çadırlar ve çevredeki tesisler şiddetle sarsıldı. Güm! Devasa helikopterin gövdesi alanın ortasına indiğinde yer sarsıldı.
Dünkü çılgın gecenin baş mimarı Başçavuş Hakan Demir, uykulu bir suratla dışarı fırladı. Bu inanılmaz durum karşısında ağzı bir karış açık kalmıştı. “Bu ne cüret? Burası acil iniş pisti değil. Birliğinizi ve kimliğinizi derhal bildirin.” O bağırırken helikopterin yan kapağı vız diye bir sesle açıldı. İlk çıkanlar tam teçhizatlı askeri inzibat timiydi. Hızla helikopterin etrafında bir güvenlik çemberi oluşturdular. Onların arkasından Yarbay Levent Akgün ve üzerinde apoletleri olmayan kamuflajıyla Ahmet Kaya yavaşça indi. Apoletsiz orta yaşlı bir adamın kendi bölgesinde böyle cüretkarca ortaya çıkması Hakan’ı daha da küstahlaştırdı. Yaklaştı. “Hey siz kimsiniz? Askeri kanunları hiçe mi sayıyorsunuz? Kimliğinizi bildirip derhal diz çökmezseniz…” Ama Kayapaşa ona bakmadı bile. Sanki yol kenarındaki bir taşa bakıyordu. Hakan’ı geçip doğruca eğitim alanının köşesine doğru yürüdü. Gözleri sadece tek bir yere odaklanmıştı.
Sabahın ayazında bir direğe bağlanmış, büzüşmüş, neredeyse tanınmaz haldeki o küçük siluete hızla yanına varmadan önce durdu. Sonra geri döndü ve helikopterin önüne doğru yürüdü. Kapağı açtı. Ceketinin cebinden o parlak üç yıldızı, komutanlık forsunu ve hayatının gururu olan tüm madalyalarını çıkardı. Hepsini koltuğun üzerine bıraktı. Onun her şeyi olan başa zırhını kendi elleriyle çıkarması gibi bir ritüeldi. Sonra boğuk ama eğitim alanındaki herkesin duyabileceği zamanı titreten bir sesle ilan etti. “Bu andan itibaren ben Ege Ordusu komutanı değilim.” Sesi sabahın sessizliğini yırttı. “Ben şurada üzerinde sadece bir fanilayla direğe bağlanıp diz çöktürülen kızım, babasıyım. Kızın babasıyım.” Bu sözlerin ağırlığı eğitim alanındaki tüm havayı ezdi.
İşte o zaman Hakan Demir’in yüzündeki ifade değişmeye başladı. Karşısındaki adamın kim olduğunu ve dün gece boyunca ne yaptığını anladı. Bütün vücudu bir yaprak gibi titremeye başladı. Ahmet Kaya, Hakan’ı işaret etti. Gözlerinde artık öfke değil, sadece tiksinti ve iğrenme vardı. “Levent, Emret! Bu hayvanı ve kızımı aşağılarken ona yardım eden diğerlerini suçüstü haliyle derhal tutukla. Direnirlerse vurma yetkin var.” “Emredersiniz.” Yarbay Levent Akgün’ün emriyle askeri inzibat timi, yırtıcı hayvanlar gibi Hakan ve diğer asubayların üzerine atıldı. “Aha yanlış yaptım. Affedin.” Çığlıklar ve yalvarmalar yükseldi ama askerler bir an bile tereddüt etmeden onları yere yatırıp kelepçeledi. Bir anda eğitim alanı bir kaos sahnesine döndü.
Kayapaşa, tüm bunlara arkasını dönüp kızına doğru yürüdü. Üzerindeki komando bıçağını çıkardı. Kızının vücudunu saran o kirlip ipi tek bir hamlede kesti. Koptuğunda Elif’in zayıf bedeni babasının kollarına yığıldı. Neredeyse baygın olmasına rağmen Elif iç güdüsel olarak ona sarılanın kim olduğunu hissetti. Kayapaşa, ceketini çıkarıp kızının buz gibi vücuduna sardı. Sonra hayatında hiç göstermediği gözyaşlarıyla dolu titrek bir sesle fısıldadı. “Ben geldim kızım. Babam burada. Özür dilerim. Çok geç kaldığım için özür dilerim. Artık her şey yolunda. Benim güzel kızım. Hepsi geçti.”
Ufuk’tan görkemli bir şafak nihayet söküyordu. O ışık, dünkü gecenin karanlığını ve utancını dağıtıyor, bir hesaplaşmanın başlangıcını müjdeliyordu. Kayapaşa, kucağında kızıyla yükselen güneşe döndü. Bakışları, daha büyük bir savaşın yeni başladığını haber veriyordu. Black Hawk, şafağın mavi ışığını yararak kuzeye doğru dönmüştü. Dönüş yolculuğu, gidişinden tamamen farklı bir ağırlık taşıyordu. Ahmet Kaya artık intikam ateşiyle yanan bir baba değildi. Kollarında yüksek ateşle yanan ve zayıfça inleyen kızı vardı. Kızının etrafına sardığı ceketini düzeltti. O ince omuzlarından gelen titremeyi hissetti. Son birkaç saattir ona hakim olan o öldürücü öfkesi, yerini kemiklerine kadar işleyen bir hüzün ve geç kalmış, ağır bir suçluluk duygusuna almıştı. Kızının alnındaki soğuk terleri sildi ve kendi kendine sordu. “Ben bu çocuğa ne yaptım? Onurlu bir asker olarak yaşadığım bütün bir hayat. Sonunda kızımı bu uçuruma mı sürükledi?”
Çelikten inancı ilk kez çatlaklar veriyordu. Yarbay Akgün, her şeyi öngörmüş gibi helikopteri Ege Ordusu karargahına değil, doğruca Ankara’daki Gülhane Askeri Tıp Akademisi’ne yönlendirmişti. Karargaha döndükleri an Kayapaşa, tekrar bir komutan konumuna düşecek ve Genelkurmayın kontrolüne girecekti. Öncelik, kızının tedavisini garanti altına almaktı. Helikopter, hastanenin çatısındaki piste indiğinde ve kapak açıldığında, onları karşılayan acil tıp ekibi değil, askeri savcılık ve jandarma asayiştan oluşan birleşik bir görev gücüydü. Jilet gibi ütülenmiş üniformaları içinde onlara komuta eden soğuk yüzlü bir tüm generaldi. “İkinci başkanın misillemesi tahmin edilenden çok daha hızlı ve organize olmuştu.”
Hakan Demir’in adından ya da Elif’in çıplak halde direğe bağlanmasının vahşetinden tek bir satır bile bahsedilmiyordu. Kamuoyu tam da Genelkurmayın istediği yönde dönmeye başladı. Ne olursa olsun bir komutanın tatbikat ortasında böyle bir şey yapması kabul edilebilir mi? Kızı kimmiş ki? Böyle bir generalden ne öğrenilir? Eleştiri yorumları sel gibi akıyordu. Komutanlık konutunda gözaltında tutulan ve tüm iletişimi kesilen Kayapaşa, boş oturma odasında tek başına oturuyordu. Yarbay Akgün görevden alınmış, evinde bekleme emri almıştı. Elif, soğuk bir hastane yatağında kabuslarla boğuşuyordu. Sistem isyancıları başarıyla bastırdıktan ve durumu kontrol altına aldıktan sonra şimdi ilmeği boyunlarına geçirmeye hazırlanıyordu.
Devasa bir organizasyonun ters rüzgarı, Çelik Paşa olarak bilinen adama doğru şiddetle esmeye başlamıştı. Her şey umutsuz görünüyordu ama bir gerçeği gözden kaçırmışlardı. Çelik kırılabilirdi ama asla bükülmezdi. Ve sönmüş gibi görünen kıvılcımlar, hiç beklenmedik bir yerden yeniden alevlenmeye hazırlanıyordu. GATA. Tek kişilik hasta odası. Birkaç gün sonra Elif kendine geldi. Pencerenin dışında gökyüzü pırıl pırıldı ama onun içi karanlık bir denizin dibindeydi. Vücudu yavaş yavaş iyileşiyordu. Ama o günün hisleri, sesleri ve bakışları bire bağlandığı o anlar ruhunda sürekli kanayan bir yara haline gelmişti. En ufak seslerden irkiliyor, odaya ne zaman bir erkek doktor ya da askeri personel girse otomatik olarak büzülüyordu.
Ordunun psikologları birkaç kez geldiler ama Elif sessizliğini korudu. Hepsini, olayı küçümsemeye ve onu denetlemeye çalışan sistemin bir parçası olarak görüyordu. Sonra bir gün, hiç tanımadığı bir kadın subay odasına geldi. Kısa saçlı, keskin bakışlı, sağlam duruşlu bir kadındı. Sadece kimliğini gösterdi ve konuştu. “Asteymen adayı Elif Kaya. Ben Minbaşı Zeynep Kara, Askeri Yüksek Savcılıktan. Senin davanla ilgilenmek üzere görevlendirildim.” Elif hala gardını indirmemişti. Bir başka ikna ve baskı seansının başlayacağını düşündü. Ama Binbaşı Kara’nın sonraki sözleri beklentisinin tamamen dışındaydı. “Ben ne senin tarafındayım ne de Genelkurmayın. Ben sadece gerçeğin tarafındayım ve gerçeği aydınlatmak için senin sesine ihtiyacım var.”
Binbaşı Kara, bir sandalye çekip Elif’in yatağının yanına oturdu. Sorguladı ya da yönlendirmedi. Sakince mevcut durumu anlattı. “Korgeneral Ahmet Kaya’nın hangi suçlamalarla tutulduğunu, basının gerçeği nasıl çarpıttığını ve durumu tersine çevirecek tek anahtarın mağdur olarak kendisi olduğunu.” “Babama benim yüzümden mi tutuklandı?” “Daha doğrusu seni kurtarmak için yaptığı eylem yüzünden başı dertte. Şimdi sıra sende. Babanı kurtarma sırası sende.” Bütün dünyaya ne yaşadığını kendi sesinle anlatmalısın. Eğer susarsan, sen de baban da medyanın kurduğu bu yalan tuzağında sonsuza kadar hapis kalırsınız. Binbaşı Kara’nın kararlı ama samimi sözleri Elif’in dalgalanan gözlerine yavaş yavaş ışığın geri gelmesini sağladı. O artık zayıf bir kurban değildi. O haksızlığa karşı durmak isteyen bir asker ve saygıdeğer bir babanın kızıydı. Savaşmaya karar verdi.
Aynı anda evinde görevden uzaklaştırılmış olan Yarbay Levent Akgün de boş duramıyordu. Resmi soruşturma hattı, ikinci başkanın elinde bir kuklaya dönüşmüştü. Görünmez bir cephede bir karşı saldırı hazırlamaya başladı. İlk gittiği yer asteymen adayı Emre Yılmaz’ın hasta odasıydı. Gaddar Hakan tarafından vahşice dövülen Emre, çatlak kaburgaları ve mosmor vücuduyla yatakta yatıyordu. Yanında hıçkırıklarla ağlayan anne ve babası vardı. Yarbay Akgün, kendini nazikçe tanıttı ve Emre ile yalnız konuşmak için ailesinden izin istedi. Odada yalnız kaldıklarında, Yarbay Akgün Emre’nin elini tuttu. “Asteymen adayı Emre Yılmaz. Bu savaşı başlatan kişi sensin. Senin cesaretin olmasaydı, asteymen adayı Elif Kaya belki de daha korkunç şeyler yaşamak zorunda kalacaktı.” Emre acı dolu bir ifadeyle başını salladı. “Hiçbir şey yapamadım. Sonunda dayak yedim ve Elif de benim yüzümden.”
“Hayır, sen en önemli şeyi yaptın. Gerçeğin ilk tanığı oldum. Ama eğer biz böyle suskun kalırsak, senin cesaretin arkadaşını ispiyonlama olarak kayıtlara geçecek. Elif’in acısı, uyum sağlayamayan birinin zayıflığı olarak görülecek ve komutanın öfkesi, çocuğunu körü körüne koruma eylemi olarak yaftalanacak. Her şeyin böyle olmasını ister misin?” Yarbay Akgün’ün bakışları çok samimiydi. Onda kendisini kullanmak isteyen birini değil, birlikte savaşmak isteyen bir silah arkadaşı imajını gördü. Korkuyordu. Yeniden intikam alınmasından, ailesinin zor durumda kalmasından korkuyordu. Ama Elif’in acı dolu yüzünü ve Kayapaşa’nın çaresiz bakışlarını görmezden gelemezdi. “Ne yapmam gerekiyor?”
Emre’nin kısık sesi, Yarbay Akgün’ün yüzünde trajik bir gülümsemenin belirmesine neden oldu. Yarbay Akgün, bir sonraki durağı bir gazete binasıydı ama herhangi bir gazeteye gitmedi. Ordu içindeki yolsuzlukları ortaya çıkarmasıyla tanınan, sözünü sak
.
News
कैदी की आख़िरी ख्वाहिश ने पूरे सिस्टम को हिलाकर रख दिया—फिर जो हुआ, वो इतिहास बन गया!
कैदी की आख़िरी ख्वाहिश ने पूरे सिस्टम को हिलाकर रख दिया—फिर जो हुआ, वो इतिहास बन गया! . . कैदी…
Dharmendra Death News: धर्मेंद्र हुए पंचतत्व में विलीन, फुट – फुटकर रोती दिखीं Hema Malini!| Video
Dharmendra Death News: धर्मेंद्र हुए पंचतत्व में विलीन, फुट – फुटकर रोती दिखीं Hema Malini!| Video . . धर्मेंद्र पंचतत्व…
89 साल के Dharmendra ने कहा अलविदा, सुबह घर पर ली आखिरी सांस। लंबे वक्त से वेटिंलेटर पर थे।
89 साल के Dharmendra ने कहा अलविदा, सुबह घर पर ली आखिरी सांस। लंबे वक्त से वेटिंलेटर पर थे। ….
अंतिम विदाई में सबसे बड़ी नाइंसाफी: हेमा मालिनी और ईशा देओल केवल 2 मिनट में क्यों निकल गईं?
अंतिम विदाई में सबसे बड़ी नाइंसाफी: हेमा मालिनी और ईशा देओल केवल 2 मिनट में क्यों निकल गईं? मुंबई: बॉलीवुड…
💔 धर्मेंद्र की अंतिम इच्छा: 40 साल बाद दो सौतनों का आमना-सामना, सनी देओल ने उठाया सबसे बड़ा क़दम
💔 धर्मेंद्र की अंतिम इच्छा: 40 साल बाद दो सौतनों का आमना-सामना, सनी देओल ने उठाया सबसे बड़ा क़दम I….
सिग्नल पर पानी बेच रही थी गरीब विधवा लड़की… करोड़पति विधुर लड़के ने जो किया, इंसानियत हिल गई
सिग्नल पर पानी बेच रही थी गरीब विधवा लड़की… करोड़पति विधुर लड़के ने जो किया, इंसानियत हिल गई कभी-कभी जिंदगी…
End of content
No more pages to load






