“Onu buraya kim terk etti?” Çocuk, yolda yaralı yaşlı adamı kurtardı… ama o bir

.
.

“Kalp El Ele”

Sabah güneşi Üsküdar’ın dar sokaklarını altın bir örtü gibi aydınlatırken, Hakimiyeti Milliye Caddesi’nin köşesinde 12 yaşındaki Burak Özkan, sıcacık simitleriyle yeni bir güne başlamıştı. Küçük tezgahının arkasında duruyor, geçen insanları dikkatle izliyordu. Aceleci iş adamları, yorgun temizlik görevlileri, okula koşan öğrenciler… Her biri farklı bir hikaye taşıyordu. Burak, sabahın sessizliğini “Sıcak simit, taze simit!” diye bölerken, küçük elleri soğuktan kıpkırmızı olmuş ama yüzündeki gülümseme hiç eksik olmuyordu.

Burak’ın hayatı zorluklarla doluydu. Babasını küçük yaşta kaybetmiş, annesi Sevgi Hanım ise tekstil fabrikasında çalışarak ailesini geçindirmeye çabalıyordu. Her gün erken kalkıp simit satmak, okuldan sonra eve dönmek, derslerine çalışmak ve annesine destek olmak Burak’ın omuzlarındaydı. Henüz hayatın ne kadar acımasız olduğunu tam anlamasa da, kalbindeki iyilik ve merhamet her şeyin önündeydi.

O sabah, saatler 9’u gösterdiğinde caddenin kalabalığı artmaya başlamıştı. Burak, tezgahının önünde bekleyen müşterilere simit dağıtırken, karşı kaldırımda yürüyen yaşlı bir adam dikkatini çekti. Üzerinde pahalı bir takım elbise vardı ama yüzü solgun, adımları kararsızdı. Adam sendeledi ve aniden yere düştü. Başının kaldırıma çarpmasıyla keskin bir çıt sesi duyuldu. Şakağından kan akıyordu.

Onu buraya kim terk etti?" Çocuk, yolda yaralı yaşlı adamı kurtardı… ama o  bir - YouTube

Çevredeki insanlar önce durdu, sonra da telefonlarını çıkarıp fotoğraf çekmeye başladılar. Kimisi kaşlarını çatarak yoluna devam etti. Ancak Burak tereddüt etmeden tezgahını bırakarak yaşlı adamın yanına koştu.

“Amca, iyi misiniz?” diye sordu endişeyle. Adam gözlerini araladı, Burak’ın samimi bakışlarını görünce kaşlarını çattı.

“Sen kimsin? Ne istiyorsun?” diye mırıldandı zayıf ve kuşkulu bir sesle.

“Düştünüz, başınız kanıyor,” dedi Burak. Ceketinin kolunu çıkarıp yaralı şakağına bastırdı. “Ambulans çağırmam lazım.”

“Hayır,” dedi adam sertçe. “Kendi başımın çaresine bakarım.”

Ayağa kalkmaya çalıştı, ama sendeledi. Burak hemen kolunu tuttu.

“Amca, ciddi görünüyor. Lütfen doktora görünmeniz lazım.”

Yaşlı adam, Burak’ın içten endişesini gördü. Uzun zamandır kimsenin kendisiyle böyle ilgilenmediğini fark etti. Bir an yumuşadı, sonra yine sertleşti.

“Neden? Beni neden umursuyorsun?”

Burak, düşünceli bir ifadeyle cevap verdi.

“Annem hep der ki, ‘Birini yerde gördüğümüzde onu daha aşağı çeken ayak değil, yukarı kaldıran el olmalıyız.’”

Bu sözler yaşlı adamın içine saplandı. Yıllardır unutmuş olduğu bir şeyi hatırladı: şefkat.

Burak telefonunu çıkardı ve 112’yi aradı.

“Merhaba, Hakimiyeti Milliye Caddesi’nde yaralı bir yaşlı amca var. Başından kan geliyor ve bayılmak üzere gibi görünüyor.”

Ambulans gelene kadar Burak yaşlı adamın yanında kaldı. Tezgahını boş bırakmış, diğer satıcıların simitlerine olan ilgiyi izlemek zorunda kalmıştı. Her kaçan müşteri, ailesinin o günkü ekmeğinden eksilen bir parçaydı. Ama Burak pişman değildi.

Yaşlı adam, ambulans sirenleri yaklaşırken Burak’a baktı.

“Adın ne evladım?”

“Burak Özkan.”

“Ben de Rıza.”

Rıza Bey korkmazdı. Ama o sabah yaşadıkları korkunçtu.

Ambulansın içinde sedyede uzanmış, paramediklerin sorularını huysuzca cevaplıyordu. Gözleri sürekli camdan dışarıyı arıyordu. Sanki o küçük çocuğu bir daha görebilmeyi umuyordu.

“Kan basıncınız oldukça yüksek,” dedi paramedik. “Ne zaman son kez doktora gittiniz?”

“Doktora gitmem,” diye homurdandı Rıza Bey.

Vücudunu en iyi kendisinin bildiğini söylüyordu ama yıllardır vücudunun verdiği sinyalleri görmezden geliyordu. İşi, parası, imparatorluğu, bunların hepsi sağlığından daha önemli görünüyordu. Ta ki o sabaha kadar.

Hastane Acıbadem Maslak’a vardıklarında Rıza Bey’in ilk isteği telefonunu almak oldu.

“Şoförümü aramalıyım,” dedi hemşireye.

“Önce muayene olmanız gerekiyor,” dedi hemşire nazikçe. “Sonra istediğinizi arayabilirsiniz.”

Kaçımızın başına gelmiştir; yardıma ihtiyacı olan birini görüp görmezden gelmek.

Burak henüz 12 yaşındaydı ama birçok yetişkinin unuttuğu bir şeyi anlıyordu.

Üsküdar’da gün boyu Rıza Bey’i düşünmekten kendini alamıyordu. Simit satarken bile aklı o yaşlı adamın hastanede nasıl olduğundaydı.

Akşam eve döndüğünde annesi Sevgi’nin endişeli yüzüyle karşılaştı.

“Neden bu kadar düşüncelisin oğlum?” diye sordu Sevgi, Burak’ın omuzlarına dokunarak.

“Anne, bugün bir adam düştü. Yardım ettim ama nasıl olduğunu merak ediyorum.”

Sevgi, oğlunun yüzünde gördüğü o derin empatiyi tanıyordu. Bu özellik onu hem gururlandırıyor hem de endişelendiriyordu. Bu dünyada fazla merhamet bazen insanı yaralayabilirdi.

“İyi etmişsin,” dedi nazikçe. “Ama insanları kurtarmaya çalışırken kendini kaybedemezsin.”

Hastanede Rıza Bey, doktor Tolga Kaya’nın ciddiyetle anlattıklarını dinliyordu.

“Kalp ritminizde düzensizlikler var,” diyordu doktor. “Stres, kötü beslenme alışkanlıkları ve hareketsizlik… Ciddi bir kalp krizi geçirme riskiniz çok yüksek.”

“Ne kadar ciddi?” diye sordu Rıza Bey. Sesinde ilk kez bir endişe tonu vardı.

“Bugün düşmeniz şanssızlık değil. Vücudunuzun verdiği bir uyarı. Eğer yaşam tarzınızı değiştirmezseniz…” Doktor cümlesini tamamlamadı.

Rıza Bey o akşam hastane yatağında uzanırken yıllardır hissetmediği bir duyguyla karşılaştı: yalnızlık. Telefonu çalmıyordu, kimse ziyaretine gelmiyordu. Milyonlarca lirası, yüzlerce çalışanı vardı. Ama yanında olan tek kişi tanımadığı 12 yaşındaki bir çocuk olmuştu.

Ertesi sabah erkenden kapısında bir gürültü duydu. Hemşire içeri girdi ve ardından beklenmedik bir ziyaretçi: Burak.

“Merhaba amca,” dedi Burak utangaç bir gülümsemeyle. “Nasılsınız?”

Rıza Bey şaşkın şaşkın baktı.

“Sen buraya nasıl geldin?”

“Hastane adresini ambulansdan duymuştum. Anne izin verdi. Okul çıkışı gelebilirim diye. Ama neden?”

Rıza Bey’in sesi kırılmıştı.

“Beni neden ziyaret ettin?”

Burak sandalyeye oturdu.

“Ciddiyetle cevap veriyorum. Annem der ki, ‘Hastaları yalnız bırakmamalıyız. Hastalık sadece vücudu değil, kalbi de yorar.’”

Bu sözler Rıza Bey’in içine saplandı. Yıllardır kimse onun kalbinden bahsetmemişti. Sadece işinden, parasından, başarılarından…

Okuldan sonra buraya gelmen diye başladı Rıza Bey, “Simit satmaman demek. Para kaybediyorsun.”

Burak omuz silkti.

“Para önemli elbette ama bazen insanlar paradan daha önemli olur.”

O gece Rıza Bey uzun zamandır en rahat uykusunu uyudu. Belki de çünkü ilk kez birinin gerçekten kendisini önemsediğini hissetmişti. Tanımadığı bir çocuğun saf merhametinin soğuk dünyasında açtığı sıcak bir pencere gibiydi. Ve belki de değişimin ilk adımı buydu.

Ertesi gün doktor Tolga Kaya, Rıza Bey’in odasına ciddi bir ifadeyle girdi. Elinde test sonuçları vardı ve yüzündeki endişe durumun ciddiyetini ele veriyordu.

“Rıza Bey, konuşmamız gereken şeyler var,” dedi doktor sandalyeye oturarak. “Kalp ritminiz düzensiz ve koroner damarlarınızda ciddi daralma var. Düştüğünüz gün aslında hafif bir kalp krizi geçirmişsiniz.”

Burak köşedeki sandalyede sessizce oturmuş bu konuşmayı dinliyordu. Rıza Bey’in yüzünde beliren korku ifadesini fark etti.

“Ne kadar vaktim var?” diye sordu Rıza Bey sesi titreyerek.

“Yaşam tarzınızı değiştirirseniz yıllarınız var. Ama böyle devam ederseniz…” Doktor duraksadı. “6 ay içinde başka bir kriz geçirme riskiniz %80.”

Sessizlik odayı kapladı. Burak, Rıza Bey’in ellerinin titrediğini gördü. Küçük eli uzandı ve yaşlı adamın elini nazikçe tuttu.

“Amca korkmayın. Doktor amca size yardım edecek. Ben de yanınızdayım.”

Bu hikaye sizi etkiliyor mu? Bu büyük ailenin parçası olmayı unutmayın. Kanala abone olup her hafta gelen bu tür hikayeleri kaçırmayın.

Doktor Tolga bu sahneyi izlerken yılların verdiği tecrübeyle bir şeyi fark etti. Rıza Bey, sizi ziyarete gelen başka kimse var mı? Aile, arkadaş?

Rıza Bey başını salladı.

“Oğlum 10 yıl önce öldü. Karım da iki yıl sonra peşinden gitti. İş ortakları, çalışanlar var ama onlar benim sağlığımla değil, paramla ilgilenir.”

Burak şaşırmıştı. Bu kadar zengin görünen bir adam nasıl bu kadar yalnız olabilirdi?

“Peki arkadaşlarınız?” diye sordu Burak masumca.

Rıza Bey acı bir gülümseme sergiledi.

“Evladım, benim yaşıma gelince anlarsın. Para insanları sana yaklaştırır ama gerçek dostlukları uzaklaştırır. Herkes senden bir şeyler ister. Fark ettiniz mi? Kriz anları insanların gerçek karakterini nasıl ortaya çıkarır?”

Burak orada tanımadığı biri olmasına rağmen dururken, Rıza Bey kendisine yakın sandığı insanların nerede olduğunu merak ediyordu.

O sırada kapı açıldı ve Sevgi telaşla içeri girdi.

“Burak okuldan gelmedin. Merak ettim.”

Durdu ve durumu kavradı.

“Ah, özür dilerim. Rahatsız ettim.”

“Hayır hayır,” dedi Rıza Bey ayağa kalkmaya çalışarak.

“Siz Burak’ın annesi olmalısınız.”

Sevgi başını salladı.

“Sevgi Özkan. Oğlum sizi rahatsız etmiyordur umarım.”

“Rahatsız mı?” Rıza Bey’in sesi titredi.

“Hanımefendi, oğlunuz hayatımı kurtardı. Hem de iki kez.”

Sevgi şaşkın gözlerle baktı.

“İki kez mi?”

“Bir kez sokakta, bir kez de burada. İlki bedenime, ikincisi ruhuma dokundu.”

Bu sözleri duyan Sevgi oğluna gururla baktı. Sonra Rıza Bey’e döndü.

“Burak’ın bir bütün günü kaybettiğini biliyorsunuz değil mi? Simit satamadı. Okula da geç kaldı.”

“Anne,” diye protesto etti Burak, “Bu önemli değil.”

“Önemli,” dedi Rıza Bey kararlılıkla. “Çok önemli ve ben bunu telafi etmeliyim.”

“Hayır,” dedi Sevgi sertçe. “Burak yardım etmeyi para için yapmadı. Telafi falan olmaz.”

Bu tepki Rıza Bey’i şaşırttı. Yıllardır karşılaştığı herkes ondan bir şeyler istemişti. Bu kadın ise tamamen tersini yapıyordu.

“O zaman nasıl teşekkür edebilirim?” diye sordu Rıza Bey çaresizce.

Burak öne eğildi.

“Ciddiyetle konuşuyorum. Sağlığınıza dikkat ederseniz yeter amca. Doktor amcanın dediği gibi yaşarsanız bu benim için en büyük teşekkür olur.”

“Neden?” diye sordu Rıza Bey. “Neden bu kadar önemsiyorsun?”

“Çünkü artık bir yabancı değilsiniz amca. Acı çeken insanlar umursayan insanlara ihtiyaç duyar.”

Bu söz Rıza Bey’in kalbine saplandı. Uzun yıllardır unuttuğu bir duyguyu hatırladı: sevilmek ve önemsenmek.

Doktor Tolga bu sahneleri izlerken tıbbın sadece ilaçlardan ibaret olmadığını bir kez daha anladı. Bazen en iyi tedavi samimi bir ilgiydi.

Rıza Bey dedi doktor, “Yarın taburcu olabilirsiniz ama düzenli kontrole gelmelisiniz.” Duraksadı, Burak’a bakarak, “Yanınızda destek olacak insanlar olduğu sürece iyileşme süreciniz daha hızlı olacak.”

O akşam Rıza Bey yalnız kaldığında yıllardır hissetmediği bir şey yaşadı: umut. Ve bu umudun kaynağı, 12 yaşındaki bir çocuğun saf kalbiydi.

Hastaneden taburcu olduktan sonra Rıza Bey Tarabya’daki malikanesine döndü. Ama bu kez farklıydı. İlk kez bu büyük evin duvarları ona hapishane gibi geliyordu. Sessizlik artık huzur değil, yalnızlık getiriyordu.

Penceresinden Boğaz’a bakarken geçmişin acı anıları zihnine doldu. 10 yıl önce bu aynı pencereden oğlu Emre’nin arabayla çıktığını izlemişti. O gece Emre eve dönmemişti. Trafik kazası, ani ölüm… Sonrasında ise karısı Aylin’in çöküşü.

“İlk kalp krizinizi o zaman geçirmiştiniz değil mi?” demişti doktor Tolga. Dosyanızda kayıtlar var.

Evet. Oğlunu kaybettiği gün kalbinin ilk kez kırıldığını hissetmişti. Sonrasında ise kalbini tamamen kapamıştı.

Kapıyı çaldıkları sırada bu anılar içindeydi. Housekeeper Melek Hanım kapıyı açtı ve şaşkınlıkla, “Rıza Bey, ziyaretçiniz var,” dedi.

“Kim gelir ki beni?” diye mırıldandı Rıza Bey.

Burak diye bir çocuk, annesiyle birlikte. Rıza Bey’in yüzü aydınlandı. Hızla salona indi ve Burak ile Sevgi’yi gördü. İkisi de bu büyük malikanenin ihtişamı karşısında biraz ezilmiş gibiydi.

“Hoş geldiniz,” dedi Rıza Bey samimiyetle. “Evime şeref verdiniz.”

Burak çevresine bakındı. Gözlerinde hayranlık vardı. Ama aynı zamanda bir üzüntü de.

“Bu kadar büyük evde yalnız mı yaşıyorsunuz amca?”

Bu soru Rıza Bey’i sarsacak kadar doğrudandı.

“Evet,” dedi sesini zor çıkararak. “Artık yalnızım.”

Sevgi oğlunun hassasiyetini biliyordu. Burak merak içinde sordu.

“Aileniz nerede?”

Rıza Bey derin bir nefes aldı ve anlatmaya başladı. Emre’nin ölümü, karısının kayıp sonrası kendisini işe gömmesi, paranın nasıl insanları çevresinde topladığını ama hiçbirinin gerçekten onu önemsemediğini.

“İnşaat şirketi kurdum,” dedi, “Amacım Emre’ye güzel bir gelecek bırakmaktı. Şimdi ise kime bırakacağımı bilmiyorum. Acı nasıl insanı dünyaya kapatır biliyor musunuz?”

Rıza Bey kalbinin etrafına duvarlar örmüştü. Ama 12 yaşındaki bir çocuk bu duvarları yavaş yavaş yıkıyordu.

Burak düşünceli bir ifadeyle sordu:

“Amca, paranız sizi mutlu ediyor mu?”

Rıza Bey şaşırdı. Böyle bir soruyu kimse sormamıştı.

“Ben bilmiyorum. Uzun zamandır mutluluğu düşünmedim.”

“Bizim çok paramız yok ama annemle mutluyuz,” dedi Burak masumca. “Belki mutluluk para değildir.”

Sevgi oğlu bu sözlerden utandı.

“Burak böyle konuşma.”

“Hayır,” dedi Rıza Bey. “Haklı. Mutluluğun parada olmadığını ben de biliyorum ama bunu unutmuşum.”

Akşam yemeği sırasında Burak ve Sevgi’yi gözlemleyen Rıza Bey, kaybettiği şeyin büyüklüğünü anladı. Bu sıradan anne-oğul arasındaki sıcaklık, espri, sevgi… Bunlar hiçbir parayla satın alınamazdı.

Burak dedi yemek sonrası:

“Sen çok olgun bir çocuksun. Nasıl böyle oldun?”

Burak cevap vermeden önce annesine baktı. Sevgi gülümsedi.

“Babasını kaybettiğinde Burak 4 yaşındaydı. Erken büyümek zorunda kaldı. Ama anne dedi, ‘Sen hep dedin ki acı bizi daha güçlü yapar, daha anlayışlı yapar.’”

Rıza Bey bu sözleri duyunca titredi. Kendi acısı onu daha güçlü değil, daha katı yapmıştı. Daha anlayışlı değil, daha acımasız.

“Burak’ın yüzündeki huzuru gördünüz mü?” diye sordu Sevgi.

“Zorluklara rağmen hep gülümser. Çünkü öğrendi ki asıl zenginlik kalbin zenginliği.”

O gece Rıza Bey yatağında uzanırken düşündü. Emre’nin ölümünden sonra kendini cezalandırmış, sevmeyi bırakmış, sevilmeyi reddetmişti. Ama Burak ona göstermişti ki sevgi vermek almaktan daha güçlü bir duygu belki de.

“Yaşamaya değer bir hayat kurmanın zamanı geldi,” diye fısıldadı karanlıkta. O gece 10 yıl sonra ilk kez ağladı. Ama bu kez gözyaşları sadece kayıp için değil, yeni bir başlangıcın umuduyla da karışmıştı.

Ertesi hafta Rıza Bey’in hayatında küçük ama anlamlı değişiklikler başladı.

İlk kez sabahları erken kalkıp bahçede yürüyüş yapmaya başladı. Doktor Tolga’nın önerdiği diyet listesini ciddiye aldı ve en önemlisi Burak’ın ziyaretlerini sabırsızlıkla beklemeye başladı.

“Amca, bugün nasılsınız?” diye sordu Burak her zamanki gibi samimi bir gülümsemeyle.

“Daha iyi hissediyorum,” dedi Rıza Bey.

Ama size bir teklifim var.

Burak merakla kulak verdi.

“Beni her gün ziyarete geliyorsunuz. Simit satışını ihmal ediyorsunuz. Bu böyle olmaz.”

Burak’ın yüzü düştü.

“Özür dilerim amca. Sizi rahatsız ediyorsam…”

“Hayır,” dedi Rıza Bey hızla. “Tersini söylüyorum. Size maaş vermek istiyorum. Benim arkadaşım olun. Günde iki saat benimle vakit geçirin.”

Karşılığında da hayır dedi Burak kararlılıkla.

“Para istemem.”

“Ama neden?”

Burak ciddiyetle cevap verdi.

“Çünkü arkadaşlık satın alınmaz amca. Arkadaşlık kalbin verdiği bir karardır.”

Bu sözler Rıza Bey’i derinden sarstı. Yıllardır çevresindeki herkes onun parasıyla ilgilenmişti. İlk kez birisi onun parasını reddetmiş, sadece dostluğunu kabul etmişti.

Gerçekten bizi zengin yapan nedir?

Rıza Bey sahip olduğu her şeyle dünyanın en zengin adamlarından biriydi. Ama Burak’ın sahip olduğu bir şey vardı ki hiçbir servetle satın alınamazdı.

O akşam Rıza Bey sessizce Burak ve Sevgi’nin hayatını araştırmaya karar verdi. Özel dedektif Kerem Bey’i aradı.

“Ne tür bilgiler istiyorsunuz?” diye sordu dedektif.

“Yaşam koşulları, maddi durumları, sorunları. Ama çok dikkatli olun. Kimse bilmesin.”

Bir hafta sonra gelen rapor Rıza Bey’in kalbini burktu. Sevgi’nin tekstil fabrikasındaki maaşı ancak kira ve temel ihtiyaçlara yetiyordu. Burak’ın simit satışından elde ettiği para onların okul masrafları ve sağlık giderlerini karşılıyordu. Üç aydır kirayı geciktirmişler, elektrik faturası ödenmemişti.

Raporda en çok etkilendiği kısım şu oldu: Çocuk hasta olduğu günlerde bile sokağa çıkıp simit satıyor. Annesi fabrikada fazla mesai yaparak ek gelir sağlamaya çalışıyor.

Rıza Bey elindeki kağıtları bıraktı. Bu aile kendi zorlukları içindeyken ona destek olmaya geliyordu.

Ertesi gün Burak geldiğinde Rıza Bey onu farklı bir gözle karşıladı.

“Seninle konuşmak istiyorum.”

“Tabii amca.”

“Biliyor musun, 67 yıldır kimse benden karşılığında hiçbir şey beklemeden yardım etmedi.”

“O zaman yanlış insanlarla tanışmışsınız amca. İyilik satılmaz, verilir.”

Rıza Bey gülümsedi.

“Sen çok akıllı bir çocuksun ama bana bir şey söyler misin?”

“Ne?”

“Niçin bana gerçekleri söylemiyorsun?”

Burak şaşırdı.

“Hangi gerçekleri? Evinizin durumu, annenizin zorlukları, senin her gün çalışmak zorunda kalman.”

Burak’ın yüzü kızardı.

“Sizi merak ettirmek istemedim. Zaten sizin kendi dertleriniz var. Ama arkadaşlar birbirlerinin dertlerini paylaşmaz mı?”

Burak düşündü.

“Paylaşır ama siz çok zenginsiniz. Biz çok fakiriz. Size anlatırsam acıyacağınızı düşündüm.”

“Acımak mı?”

Rıza Bey ayağa kalktı.

“Burak, sen benim hayatımı kurtardın. Ben senin ailene minnettarım. Acımak değil, saygı duyuyorum.”

O akşam uzun uzun konuştular. Burak ailesinin zorluklarını anlattı ama hiç şikayet etmedi. Sadece gerçekleri paylaştı.

“Babamı kaybettiğimizde,” dedi, “Annem çok ağladı ama bana şunu söylemişti. Burak, hayat bazen sert vurur ama biz daha sert ayağa kalkarız. Peki sen hiç ağladın mı?” diye sordu Rıza Bey.

“Ağladım tabii ama annemin yanında değil. O zaten yeterince üzgün.”

Rıza Bey’in gözleri doldu.

“Sen sadece 12 yaşındasın ama benden çok daha güçlüsün.”

“Güçlü değilim amca. Sadece annemin mutlu olmasını istiyorum.”

O gece Rıza Bey hayatının en önemli kararını verdi. Ama bunu doğru şekilde yapmalıydı. Burak ve ailesinin onurunu incitmeden onlara gerçekten yardım etmenin yolunu bulmalıydı.

Rıza Bey o gece hiç uyumadı. Zihninde bir plan şekilleniyordu ama bu planı hayata geçirmenin doğru yolunu bulması gerekiyordu.

Sabah erkenden avukatı Cevdet Bey’i aradı.

“Cevdet, sizden bir iyilik isteyeceğim ama kimse bilmeyecek.”

“Tabii Rıza Bey, ne yapabilirim?”

“Bir vakıf kuracağız. ‘Kalp El Ele Vakfı’ adında. Amacı eğitime destek olmak, zor durumda olan ailelere yardım etmek.”

Cevdet Bey şaşırdı.

“Vakıf mı? Bu ani karar değil mi?”

“Hayır,” dedi Rıza Bey kararlılıkla. “Bu çok düşünülmüş bir karar ve vakfın ilk faydalanıcıları hazır.”

Bir hafta sonra vakıf resmi olarak kuruldu. Rıza Bey vakfın başka ailelerle birlikte Burak’ın ailesine de ulaştığından emin olacaktı.

Bu sırada Burak her zamanki gibi Rıza Bey’i ziyarete gelmişti. Ama bu sefer Rıza Bey farklı bir teklifte bulundu.

“Burak, sen iyi bir öğrenci misin?”

“Evet amca, notlarım iyi.”

“Peki gelecekte ne olmak istiyorsun?”

Burak düşündü.

“Doktor olmak istiyorum. İnsanlara yardım etmek istiyorum. Tıpkı doktor Tolga amca gibi.”

Rıza Bey gülümsedi.

“Bu güzel bir hedef ama doktorluk pahalı bir meslek. Üniversite tıp fakültesi…”

“Biliyorum,” dedi Burak üzgün bir sesle. “Annem çok çalışıyor ama yetmiyor. Belki başka bir meslek seçerim.”

“Ya seçmezsen ya biri sana yardım etmek isterse kim yardım eder ki?”

Kaç kez insanları maddi durumlarına göre yargıladığımız olmuştur.

Rıza Bey öğreniyordu ki gerçek asalet saraylarda değil, kalplerde yaşar.

O akşam Sevgi’nin kapısını çaldılar. Kapıyı açtığında tanımadığı bir adam gördü.

“Merhaba, ben Cevdet Kozan. Avukatım. Kalp El Ele Vakfı adına geliyorum.”

“Vakıf mı? Bizimle ne işiniz var?”

“Oğlunuz Burak, vakfımızın eğitim bursu programına seçildi. Lise ve üniversite masrafları karşılanacak.”

Sevgi şaşkın şaşkın baktı.

“Biz başvuru yapmadık ki.”

“Okul müdürü tavsiye etti. Başarılı ve ihtiyaç sahibi öğrencileri tespit ediyoruz.”

Burak koşup geldi.

“Anne ne oluyor?”

Avukat durumu anlatınca Burak heyecanla,

“Doktor olabilirim demek!” diye bağırdı.

Ama Sevgi kuşkulu görünüyordu.

“Karşılığında ne istiyorsunuz?”

“Hiçbir şey. Sadece oğlunuzun başarılı olması yeterli.”

O gece yatmadan önce Burak annesine sarıldı.

“Anne, rüya gibi. Gerçekten doktor olabilirim.”

Sevgi’nin mutluluğunu görünce şüphelerini bir kenara bıraktı.

“Evet oğlum, olacaksın.”

Ertesi gün Burak Rıza Bey’e müjdeyi verdi.

“Amca, burs aldım. Doktor olacağım.”

Rıza Bey sanki ilk kez duyuyormuş gibi davrandı.

“Vay be, bu harika haber. Evet, Kalp El Ele Vakfı diye bir yer varmış. Eğitimimi destekleyeceklermiş.”

“Çok güzel isim,” dedi Rıza Bey. “Kalpler birleşince güzel şeyler oluyor demek.”

“Amca,” dedi Burak ciddiyetle, “Sizce ben bu bursu hak ediyor muyum?”

“Elbette hak ediyorsun. Sen en iyi kalbi olan çocuksun.”

“Peki ya başaramazsam?”

Rıza Bey Burak’ın omzuna dokundu.

“Burak, sen benim hayatımı kurtardın. Bir adamı sokakta bırakmayıp hastaneye götürdün. Ondan sonra da yalnız bırakmayıp dost oldun. Böyle bir kalbe sahip olan çocuk istediği her şeyi başarır.”

Burak gülümsedi.

“Teşekkür ederim amca. Siz de benim hayatımı değiştirdiniz.”

“Ben mi? Nasıl?”

“Bana dostluğun nasıl bir şey olduğunu öğrettiniz. Parayla değil, kalple yapıldığını.”

O akşam Rıza Bey yıllardır hissetmediği bir duyguyla karşılaştı: huzur. Parasını ilk kez gerçek anlamda değerli bir şey için kullanmıştı ve kimse bilmeyecekti bu yardımın kendisinden geldiğini. Bu onu daha da mutlu ediyordu.

Vakıf sayesinde sadece Burak’ın değil, onlarca çocuğun hayatı değişecekti ve hepsinin başlangıcı bir çocuğun saf merhametiydi.

Üç ay sonra İstanbul’un en prestijli otellerinden birinin konferans salonunda özel bir tören düzenleniyordu. Kalp El Ele Vakfı’nın resmi açılış töreni. Burak ve Sevgi salona girdiklerinde etraflarındaki ihtişamdan etkilendiler.

“Bizi neden buraya çağırdılar?” diye fısıldadı Sevgi.

“Toplum temsilcileri olarak,” demişti avukat. Ama gerçek sebep bambaşkaydı.

Sahneye çıkan Rıza Bey’i gördüklerinde ikisi de şok oldu.

“Bu bizim amca değil mi?” diye sordu Burak şaşkınlıkla.

Rıza Bey mikrofonun başına geçti. Salondaki yüzlerce kişiye baktı. Sonra gözleri Burak’ı buldu.

“Değerli misafirler,” diye başladı. Sesi titrek.

“Bu vakfı kurmamın sebebi, 3 ay önce hayatımı kurtaran bir çocuktan öğrendiğim bir ders.”

Salon sessizleşti. Burak’ın kalbi hızla çarpıyordu.

“O gün sokakta düştüğümde yüzlerce kişi yanımdan geçti. Ama sadece 12 yaşındaki bir çocuk durdu. O günün kazancını kaybetmesine rağmen bana yardım etti.”

Rıza Bey duraksadı. Gözleri dolmuştu.

“O çocuk bana öğretti ki gerçek zenginlik kalbin zenginliğidir. Bana dostluk etti, karşılığında hiçbir şey istemedi. Ve ben anladım ki paramı en değerli şekilde kullanmanın yolu, o çocuk gibi kalbi temiz insanlara yardım etmektir.”

“Basit bir iyilik eyleminin yüzlerce insanın hayatını değiştirecek dalgalar yaratabildiğini hiç düşündünüz mü?”

“Bu vakıf, o çocuğun bana ilham vermesiyle kuruldu. İsmi de onun için seçildi: Kalp El Ele. Çünkü kalpler birleştiğinde mucizeler yaşanır.”

Burak gözyaşlarını tutamıyordu. Annesinin elini sıktı.

“Şimdi o çocuğu sahneye davet etmek istiyorum: Burak Özkan.”

Salon alkış tufanıyla karıştı. Burak titreyerek sahneye çıktı. Rıza Bey onu kucakladı.

“Burak,” dedi mikrofonla, “Sen benim öğretmenim oldun. Bana gerçek dostluğu, gerçek merhameti öğrettin.”

Burak ağlayarak cevap verdi.

“Amca, ben sadece annemin öğrettiklerini yaptım. İşte bu vakıf da senin gibi kalbi güzel çocuklar için. Hayallerini gerçekleştirsinler diye.”

Salon ayakta alkışlıyordu. Sevgi de sahnedeki oğlunu gururla izliyordu.

Rıza Bey son sözlerini söylerken dedi:

“Bu vakıf bana 12 yaşındaki bir çocuktan öğrendiğim en büyük dersi hatırlatacak: gerçek zenginlik, önemsediğin insanlara sahip olmaktır.”

Tören sonrası üçü birlikte otelin bahçesinde oturdular.

“Amca,” dedi Burak, “Siz gerçekten çok iyi bir insansınız.”

“Hayır, bırak, sen bana iyi insan olmayı öğrettin.”

Sevgi, Rıza Bey’in elini tuttu.

“Teşekkür ederiz. Ama biliyor musunuz, asıl kazanan biziz çünkü sizin gibi bir dostumuz var.”

Rıza Bey gülümsedi.

“Bazen birini kurtarmak aslında kendini kurtarmaktır.”

Ve siz hangi iyilik hikayesini yaşadınız veya tanık oldunuz? Yorumlarda paylaşın.

Böyle her hikaye başka insanları da daha iyi olmaya ilham verir.

O akşam güneş batarken üçü de biliyordu ki hayatları sonsuza kadar değişmişti.

Burak’ın saf kalbi sadece bir adamı kurtarmamış, yüzlerce çocuğun geleceğini aydınlatmıştı.

Bazen en büyük mucizeler en basit iyiliklerde gizlidir.