Hamile Eşine ‘İşsiz’ Diye Laf Çaktı, Ertesi Gün Kadının Şirketinden Kovuldu!

.
.
.

Bir Gülüşün Bedeli

Mert, geceyi şık bir mekanda, arkadaşlarının arasında geçirmişti. Salonda sohbetlerin uğultusu, kadehlerin tokuşması ve zaman zaman yükselen kahkahalar yankılanıyordu. Havası ağır parfüm kokuları, ızgarada pişen etin, yıllanmış viskinin ve pahalı erkek kokularının karışımıyla doluydu. Asya barın kenarında duruyordu. Elinde kristal bir bardakta su vardı, ama içmiyordu. 6 aylık hamileydi. Krem rengi ipek elbisesinin altında, karnı belirgin ama zarifçe yuvarlaktı. Dolaplarında dizili şaraplar ve likörler, ona artık sadece gözyaşlarını gizlemek için görmezden gelmeyi öğretmişti.

O gece, Mert odanın hakimi gibiydi. Sesi her zamankinden daha yüksek, esprileri her zamankinden daha kırıcıydı. Aşırı kendine güveni sınır tanımıyordu. Tam bir karizmatik iş adamı görünümündeydi. Etrafındaki erkekler, güç, para ve statüye tapan adamlar onun her sözüne gülmeye, başını onaylar şekilde sallamaya hazırdı.

“Bakın beyler,” dedi Mert, sırıtışını bastıramadan. “Evlilik doğru oynarsan müthiş bir anlaşma. Mesela benim eşim…” Eliyle Asya’yı işaret etti, ama ona bile bakmadı. “Rahatsızlık yok. Rahat hayat. Ne stres var ne son teslim tarihi. Evde keyif çatıyor. Gün boyu uzanıyor.”

Bu sözler, ortamda hafif kahkahalara neden olmuştu. Birisi kadehini kaldırdı ve dedi ki, “Ne güzel hayat ya. Keşke ben de dondurma yiyip kestirerek para kazanabilsem.” Asya, suyu yudumladı. Su aniden soğumuş gibi geldi, bardağı da ağırlaşmıştı. Bu tepkisizliği yıllar içinde öğrenmişti. Mert bu cümleleri özelde asla söylemezdi; her zaman seyircisi olmasını isterdi. Göz ucuyla Mert’e baktı. Adam koltuğun kenarına yaslanmış, rahat bir ifadeyle oturuyordu. Sanki dünyanın en başarılı erkeğiymiş gibi. Sanki Asya onun başarısının sadece bir parçasıymış gibi.

Ancak o gece, Asya’nın içindeki öfke, sessizlikte büyüyordu. Kendini sabitlemeyi, kelimelerin içinden geçip gitmesine izin vermeyi öğrenmişti. Mert’in arkadaşlarından biri, geniş omuzlu, saçları geriye taranmış, alaycı bir ifadeyle yudum aldı içkisinden ve sordu:

“Peki, Asya ne yapıyor şimdi?” Sesinde küçümseyici bir ton vardı. Mert, sahte bir üzüntüyle başını iki yana salladı. “Ne yapsın ya? Hamile. Zaten şu anki tam zamanlı işi bu.” Yine kahkahalar yükseldi. Birisi kadehini kaldırdı ve dedi ki, “Ne güzel hayat ya. Keşke ben de dondurma yiyip kestirerek para kazanabilsem.” Asya, elindeki bardağı biraz daha sıktı. Çenesi bir anlığına gerildi, sonra derin bir nefes aldı. Bu tepkiyi artık ezbere biliyordu.

Mert, bu cümleleri özelde söylemezdi; her zaman seyircisi olmasını isterdi. Göz ucuyla Asya’ya baktı. O ise, sessizliğiyle, kelimelerin içinden geçip gidişiyle, kendini koruyordu. Gözlerini hafifçe döndürdü ve Mert’e baktı. Adam koltuğun kenarına yaslanmış, rahat bir ifadeyle oturuyordu. Sanki dünyanın en başarılı erkeğiymiş gibi. Sanki Asya onun başarısının sadece bir parçasıymış gibi.

Oysa, gerçekler çok farklıydı. Asya’nın iç dünyasında fırtınalar kopuyordu. Onların yaşadığı ev, gösterdikleri tüm lüksler, elindeki viskiyi bile ödeyen maaş, hepsi Asya’nın kurduğu bir imparatorluğun meyvesiydi. Onun zekası, vizyonu, gücü, arka plandaydı. Ama bu egoyla dolu odada, Mert onu sadece karnında çocuk taşıyan işsiz bir kadına indirgemişti. Bir anda, Asya’nın içindeki öfke, öfkenin ötesinde bir kararlılığa dönüşüyordu.

Bir gece, Mert ona döndü. Dudaklarının kenarında tembel bir sırıtışla, “Hayatım, gelsene buraya biraz,” dedi. Eliyle gelişi güzel bir şekilde işaret etti, sanki o bir garsonmuş gibi. “Sen de iki laf et. Çok sessiz kaldın.” Asya, başını hafifçe kaldırdı ve gülümsedi. Ama bu gülümseme, ne sevgi ne de tam anlamıyla bir mutluluk ifadesiydi. Sadece dinliyorum dedi, sakin bir tonla. “Sizin o büyük bilgeliğinizi bölmek istemedim.” Alaycılığı neredeyse fark edilmedi.

Mert yine sırıttı ve arkadaşlarına döndü. “Gördünüz mü? Ne kadar şanslı olduğunun farkında.” Yanındaki biri dirseğiyle dürttü ve dedi ki, “Cidden kardeşim, sen hayatını yaşıyorsun. Güzel bir eş, bebek yolda, bir de büyük terfi kapıda.” Asya, Mert’in göğsünün hafifçe kabardığını fark etti. Aynen öyle dedi Mert, viskisini çevirerek. “Kolay mı sanıyorsunuz? Faturalar, kredi, bebek. Her şey benim omuzlarımda.” Birisi, belli ki bir şey söyledi ve Mert tekrar güldü. Bu sefer sesi daha alçaktı. “Yani, Asya’yı sonsuza kadar ben taşıyamam. Bebekten sonra artık kıçını kaldırıp bir şeyler yapması gerekecek.”

Asya’nın nefesi bir an durdu, ama Mert konuşmaya devam etti. “Ne söylediğinin farkında bile değil.” Düşünceleri, dünyası sessizce parçalanıyordu. Ama o, hâlâ şovdaydı. Bu odadaki adamları tanıyordu. Asya tiplerini biliyordu. Hiçbiri karşılarında duran kadının, onların hayal bile edemeyeceği kadar büyük bir şey kurduğunu anlamıyordu. O sadece bir eş değildi. Sadece hamile bir kadın ya da kocasının cömertliğiyle yaşayan biri hiç değildi. Asya onların patronuydu ve yarın sabah, hepsi bunun ne anlama geldiğini öğrenecekti.

Gece ve Sessizlik

Bebek odasında, loş bir ışık yanıyordu. Sarı lamba, odanın içine yumuşak bir sıcaklık yayıyordu. Asya, beşiğin başında oturmuş, ellerini karnının üzerine koymuştu. Mert hâlâ salondaydı, muhtemelen bir içki daha doldurmuştu. Arkadaşlarının arasında yine kendince bir kahramanlık hikayesi anlatıyordu. Asya, yavaşça nefes verdi, avuç içiyle karnında küçük daireler çizerek o ana tutunmaya çalıştı. Bu, sadece bir intikam meselesi değildi; bu, çok daha büyük bir başlangıcın işaretiydi.

Zihni geçmişe gitti. Mert’le ilk tanıştığı güne. O gün, Yılmaz Holding’de geç saatlere kadar süren bir toplantıdan yeni çıkmıştı. Milyon dolarlık kararların ağırlığını taşırken, hiç belli etmemeye çalışmış, yorgunluktan tükenmiş halde ofisten ayrılmıştı. Sert bir kahveye ihtiyacı vardı. Bir sonraki toplantıya güç verecek bir şey. Ofisin karşısındaki kafeye girdiğinde onu ilk kez görmüştü. Mert dışarıda telefonla konuşuyordu, el kol hareketleriyle konuşmasını destekliyordu. Sanki piyangoyu kazanmış gibi gülümsüyordu. O zamanlar daha gençti. Biraz dağınık ama enerjik ve hırslıydı. Çok hırslı.

Asya siparişini verdikten sonra dönmeye hazırlanırken, karşısında onu gördü. Kendinden emin, kolay gülümseyen bir yüzle. “Zor bir gün müydü?” diye sormuştu. Onun şakaklarını ovuşturduğunu fark etmişti. “Demek ki öyle denebilir,” dedi Asya. Hafif bir tebessümle. Mert, sesi biraz alçaltarak, sır verir gibi konuşmuştu. “Tahmin edeyim. Berbat bir patron. Yetişmeyen teslim tarihleri. Serbest çalışmak lazım aslında.” Bu söz, Asya’yı derinden etkilemişti. Belki yorgunluktandı, belki de bu kadar kendinden emin ve umursamaz bir şekilde söylenmiş olmasıydı. Ama o an, bir karar vermişti. Düzeltmedi. “O patron benim,” demedi. “Bu şirketin en tepe noktasındaki kişi benim,” demedi. Sadece başını salladı. Yorgun ama içten bir gülümsemeyle.

O an, bir adamın onu etkilemeye çalışmadığı, karşısındakini servetiyle tartmadığı bir sohbetin nasıl olacağını merak etmişti. Mert çekiciydi, konuşması rahattı, büyük hayalleri vardı. Anlatırken gözleri parlıyordu. Kurumsal dünyada yükselmek, kendini kanıtlamak istiyordu. Asya bu enerjisine kapılmıştı. Dünya onun ağzından basit geliyordu. Başarı, sadece zorlamakla gelen bir şeydi sanki. Yıllar sonra ilk kez, CEO kimliğini bir kenara bırakmıştı. Sadece Asya olmuştu. Kurulları titreten kadın değil, dev endüstrileri yöneten değil, sadece ne yapacağını bilemeyen bir kadın.

Ve bu, ona iyi gelmişti. Bu küçük yalanı büyütmesine izin vermişti. Bir buluşma olmuştu, sonra bir diğeri. Derken geceleri geç saatlere kadar her şeyi konuşur hale gelmişlerdi. Mert onu güldürüyordu, onun yanında imparatorluk yükünü sırtlamıyor gibiydi. Ama şimdi fark ediyordu. Mert’in içindeki o ateş, bir şeyler inşa etmeye değil, bir şeylere sahip olmaya yönelikti. Bir şeyi veya birini kontrol altına almaya.

İlişkileri hızla ilerlemişti. Bir yıl içinde evlenmişlerdi. Bir süre gerçekten Asya, onu gerçekten anlayan birini bulduğuna inanmıştı. Eşit olduklarını sanıyordu. Ama sonra küçük şeyler değişmeye başladı. İşten bahsederken, Mert takım arkadaşlarının katkılarını küçümsüyor, her başarının kendisine ait olduğunu söylüyordu. “Ekibimmiş,” diye gülerdi. “Ben olmasam, hepsi birbirine girer.” Asya, bu sözlere ilk başta sadece gülümsedi. Özgüven çekiciydi, değil mi? Ama zamanla anladı. Mert’in amacı sadece başarmak değildi. Başarıya sadece kendisi sahip olmak istiyordu. Merdiveni tırmanmak değil, orada yalnız olmak istiyordu. Zirvede, başkasıyla paylaşamayacağı bir yer vardı onun kafasında.

Sonra başka şeyler fark etmeye başladı. Mert, özellikle aşağıda gördüğü insanlardan bahsederken, garsonlar, sekreterler, yeni mezun çalışanlar, onları arka fondaki dekor gibi anlatıyordu. Onların mücadelesi en iyi ihtimalle eğlencelik, en kötü ihtimalle gereksiz birer ayrıntıydı onun gözünde. Asya, onun karşısında otururken, akşam yemeği masasında, onu dinlerdi. Mert, “Sözüm ona şirkette batmak üzere olan bir projeyi nasıl kurtardığını anlatırdı,” diye anlatıyordu. Sanki tek başına dev bir dönüşüm sağlamış gibi. Ama Asya, gerçeği biliyordu. O fikirlerin çoğu ona ait bile değildi. Alınan övgüler başkalarının hakkıydı. Asya, o projeye ait raporları görmüştü. Gece yarısı gönderilen e-postaları, asıl işi yapan ekibin yazdığı notları. Ama Mert, onun ödediği pahalı şarabı yudumlayarak, dünya onun dahiliğine minnet duymalıymış gibi davranıyordu.

Bir gece, başarısız bir anlaşmadan sonra ona sormuştu, “Peki, bu iş neden olmadı sence?” Mert, şarabını yudumlayarak cevap vermişti, “Sen anlamazsın. Bu seviyede iş yapmanın baskısı bambaşka bir şey.” Asya, mum ışığında masanın karşısında otururken, dudaklarını bastırarak gülmemeye çalışmıştı. Onun seviyesi bu. Eğer sadece bilseydi, oyunu iyi oynuyordu. Kurumsal dünyanın dilini çözmüştü. Sert tokalaşmalar, kendine güvenen yürüyüşler, boş sözlerle bile zeki görünmeyi başarabilen sahte bir karizma. Belki de bu yüzden bu kadar uzun kalmıştı onun yanında. Çünkü bir parçası, o ilk gün tanıştığı adamın hala bir yerde yaşadığını umuyordu.

Ama sonra bir gün başka bir şey fark etti. Mert artık ona soru sormuyordu. İlk başlarda hep sormuştu, “Sen ne istersin? Hayalin ne?” Şimdi ise sadece varsayıyordu. Varsayıyordu ki o mutluydu. Varsayıyordu ki, onun hayalleri yoktu. Varsayıyordu ki, Asya onunla evli olduğu için şanslıydı. Bir akşam, koltukta otururken, Mert iş toplantısından uzun uzun bahsediyordu. Asya ise yarı dikkatle dinliyordu. O sırada, Mert neredeyse dalgın bir şekilde ona dönüp şunu söylüyordu:

“Bilmem, kariyer derdi olmadan yaşamak ne güzel olurdu.” Asya, aniden gözlerini ona çevirdi. “Ne Mert?” diye sordu. İçinde bir şey gerildi. Kanıtlaması gereken bir şeyi yokmuş gibi. Ama aslında, onun içindeki öfke, öfkenin ötesinde bir kararlılığa dönüşüyordu. Bu, onun hayatındaki en büyük dönüm noktasıydı.

Güç ve Direniş

O gece, Asya, kendi odasında oturmuş, elleriyle karnına hafifçe dokunarak, derin bir nefes aldı. Bu, sadece bir intikam meselesi değildi. Bu, yeni bir başlangıcın, kendi gücünü yeniden kazanmanın ve adaletin hikayesiydi. Birkaç yıl sonra, her şeyin değişeceğine inanıyordu. O gün, ilk kez, kendi hikayesini yazıyordu.

Yıllar önce, o gün, Yılmaz Holding’de geç saatlere kadar süren toplantıdan yeni çıkmıştı. Milyon dolarlık kararların ağırlığını taşırken, yorgunluk ve uykusuzlukla mücadele ediyordu. Sert bir kahve içmiş, güç toplamıştı. Ofisin karşısındaki kafeye girdiğinde, ilk defa onu görmüştü. O zamanlar daha genç, biraz dağınık ama enerjik ve hırslıydı. Çok hırslıydı ve bu hırs, onun her adımını yönlendiriyordu.

O gün, o karşılaşma, onun hayatını değiştiren bir dönüm noktasıydı. Mert, dışarıda telefonla konuşurken, kendinden emin, kolay gülümseyen bir yüzle onu fark etmişti. “Zor bir gün müydü?” diye sormuştu. Asya, bu küçük karşılaşmayı, hayatındaki en önemli anlardan biri olarak hatırlıyordu. O an, onun içindeki güç, kendini göstermeye başlamıştı. Ve o gün, onun gerçek gücü ortaya çıkmıştı.

Sonuç ve Yeni Bir Dönem

Yıllar sonra, Asya, büyük bir başarıyla, kendi imparatorluğunu kurmuştu. Kadın liderliğinde yeni bir dönem başlamıştı. İşte bu hikaye, bir kadının sessiz kalmayışının, kendi gücünü fark edişinin ve dünyaya meydan okumasının hikayesiydi. Artık, başarı onun zaferiydi ve bu zafer, sadece kendisi için değil, yeni nesiller için bir ilham kaynağı olacaktı.

Güçlü adımlarla, sessiz ama kararlı bir şekilde, yeni bir sayfa açtı. Ve o sayfada, yalnızca başarı, dirayet ve bir annenin gururu vardı. Bu, onun hikayesiydi. Sonunda, kendisi yazmıştı.