Polis onu sıradan biri sandı ve kışkırttı… ama sonrasında olanlar herkesi şoke etti

.
.

Geceye Karışan Kadın

Şubat ayının sıradan bir gecesiydi. İstanbul’da yağmur, kaldırımları parlatıyor, kapanmış dükkanların neon ışıklarını siyah aynalara dönüştürüyordu. Gece yarısını geçmişti. İstiklal Caddesi’nde hayat neredeyse durmuştu. Sadece birkaç insan, bir sokak köpeği ve bir kadın vardı. Kadın, uzun gri bir paltoyla, başlığı başında, ıslak ama dik omuzlarıyla yürüyordu. Her adımı ölçülüydü; sanki her adımın bir anlamı vardı.

Köşeden bir polis arabası göründü. Sirensiz, ama mavi ışıklar eski binaların cephelerinde nabız gibi atıyordu. İki genç polis, kemerlerinde elleriyle, yeni yetme bir otoritenin kibriyle arabadan indi. Bıyıklı olan bağırdı: “Hanımefendi, durun.” Kadın durdu, hemen dönmedi. Yağmurun omuzlarına düşmesine izin verdi, sonra başını kaldırdı. Kimlik istediler. Kadın cevap vermedi. Yavaşça ellerini ceplerinden çıkardı, boş ve hafifçe kaldırdı. Hareketi itaatkar değildi, kontrollüydü.

“Kimliğin yok mu?” diye sordu bıyıklı. “Bu saatte burada ne arıyorsun?”
“Yürüyorum,” dedi kadın, sesi alçaktı, uzun zamandır konuşmamış gibi.
“Nereye?”
Cevap vermedi. Polisler birbirlerine baktı. Küçümseyici bir gülümsemeyle onu hafifçe ittiler, para cezasıyla tehdit ettiler. Kadının gözlerindeki bir şey, bir anlığına onları dondurdu ama uyarıyı anlamadılar. Onu kışkırttılar. Kadın hareketsiz kaldı. Yağmur yüzünden akıyordu ama silmedi. Bakışları sabitti. Bir an, arabanın ışıkları yüzünün üzerinden geçtiğinde bıyıklı polis göğsünde soğuk bir şey hissetti. Kadın korkmuş değildi.

“Hadi bizimle karakola gel,” dedi. Tonunu değiştirerek. “Kim olduğunu kontrol etmemiz gerekiyor.”
Kadın bir adım geri attı. “Hayır.” Kelime, taş gibi düştü. Bağırılmadı, kışkırtıcı değildi; sadece kararlıydı.
“Nasıl yani hayır?” diye bağırdı genç polis elini copuna koyarak.
Bıyıklı bir el kaldırdı, onu durdurdu. Kadının bakışındaki bir şey onu rahatsız ediyordu.
“Hanımefendi, kendi isteğinizle gelmezseniz sizi zorla alırız. Bunu biliyorsunuz değil mi?”
Kadın ona uzun uzun baktı. Sonra, ikisi de anlamadığı bir şey söyledi:
“Kim olduğumu bilmiyorsunuz ama öğreneceksiniz.”
Ve acele etmeden, korkmadan kadın döndü ve ters yönde yürümeye başladı. Kaçmadı, yürüdü. Sanki onlar hiç yokmuş gibi. Genç polis içgüdüsel tepki verdi, omzundan tuttu, zorla çevirdi. Kadın başını kaldırdı ve genç polis dondu. Çünkü kadının gözlerinde korku yoktu. Çok daha kötü bir şey vardı: Tanıma. Derinlere gömülü bir şey.

Bıyıklı telsizle konuşuyordu. “İstiklal Caddesinde kimliksiz bir kişimiz var. Kontrol istiyoruz.”
Cevap hemen geldi. “Tarif edin.”
“Kadın, 30’lu yaşlarda, gri palto, kimlik yok.”
Telsiz sesi geri döndü, bu sefer gergindi: “Fotoğraf gönderin.”
Genç polis fotoğraf çekti, kadın karşı çıkmadı. Görüntüyü gönderdiler. Beklediler. 10 saniye, 20, 30… Sonra telsiz patladı:
“Hemen gözaltına alın. Gitmesine izin vermeyin. Destek gönderiyoruz.”
İki polis birbirine baktı, kafası karışmıştı.
“Kim o?”
Duraklama. Sonra ses fısıltıyla: “Ayşe Demir.”
Genç polis göz kırptı: “Kim?”
“3 yıl önce kaybolan kadın. Bütün ülkenin aradığı kadın.”
Ve aniden her şey değişti.

Ayşe Demir. O isim, iki polisin üzerine kirli bir kartopu gibi düştü. Soğuk, ağır, şok edici. Bıyıklının ağzı kurudu. Genç bir adım geri attı. Sanki önündeki kadın aniden radyoaktif olmuş gibi. Herkes Ayşe Demir’in kim olduğunu biliyordu. 3 yıl önce avukattı. İmkansız davaları kazanan, güçlülere meydan okuyan biriydi. Sonra bir gece ortadan kayboldu. İz bırakmadan. Dosyaları kapatıldı, evi satıldı, banka hesapları boşaltıldı. Kimisi kaçtı dedi, kimisi öldürüldü, kimisi çok şey bildiği için uzaklaştırıldı. Ama şimdi oradaydı. Yağmur altında, İstiklal Caddesinde.

Bıyıklı kontrolü geri kazanmaya çalıştı. “Bayan Demir, bizimle gelmelisiniz.” Kadın hareket etmedi. Sadece ona aynı soğuk sakinlikle baktı.
“İlgilenmiyorum. Bu bir seçenek değil,” dedi ama sesi hafifçe titriyordu. Kadın gülümsedi, sıcaklık olmadan yukarı kalkık bir ağız köşesi.
“Her şey bir seçenektir. Sadece seçen insanlara alışık değilsiniz.”

O anda üç polis arabası sokağa girdi. Sirenler çığlık atıyordu. Kurşun geçirmez yelekli memurlar hızla indi. Silahlar göğüste, net emirlerle. Takım elbiseli bir adam, yaşlı, gri saçlı ve yorgun gözlü ilk araçtan indi. Komiserdi.
“Bayan Demir,” dedi yavaşça yaklaşırken. “Adım Komiser Yılmaz.”
Kadın ona bakmadan, “Bizimle gelmelisiniz. Güvenliğiniz için.”
“Güvenliğim mi?” Kadın kısa, neşesiz bir sesle güldü. “Ne zamandan beri güvenliğimi umursuyorsunuz?”
Yılmaz sustu. Kadının haklı olduğunu biliyordu. “Yukarıdan emirler var,” dedi sonunda.
“Yukarıdan… Her zaman yukarıdan. Asla buradan. Asla aşağıdan.”
Komiser memurlara yaklaşmaları için işaret etti. Ama ona dokunmadan önce Ayşe bir elini kaldırdı.
“Beni şimdi götürürseniz pişman olacaksınız. Şiddetli olacağım için değil. Halka açık olacağı için.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Cebimde kimsenin görmesini istemediğiniz bir şey var. Üç yıl sakladığım bir şey. Çok iyi tanıdığınız insanlar hakkında bir şey.”
Yılmaz güçlükle yutkundu. “Ne?”
Kadın telefonunu çıkardı. Eski, çizikli ama işlevsel. Bir düğmeye bastı.
“Üzerinde çalıştığım tüm dosyaların kopyaları var. Tüm isimler, tüm işlemler. Kaybolmadan önce kaydettiğim tüm konuşmalar ve önümüzdeki 20 dakika içinde eve varmazsam her şey otomatik olarak 10 gazeteciye gönderilir.”

Takip eden sessizlik boğucuydu. Yılmaz telefona baktı, sonra ona. “Blöf yapıyorsun.”
Kimse kıpırdamadı. Yağmur düşmeye devam etti ve sonra yavaşça Ayşe yürümeye başladı. Hızlı değil. Adım adım sokak köşesine doğru, karanlığa doğru. Yılmaz elini kaldırdı, memurlara ateş etmemeleri, takip etmemeleri için işaret etti. Kadın geceye karıştı. Arkasında sadece ıslak asfalttaki adımlarının yankısını bırakarak ve herkesi yakan bir soru: Ne biliyordu?

Ayşe uzaklaşmadı. Sadece üç sokak ötede Şişli’de eski bir binanın içine girdi. Daire küçüktü. Bir oda, bir mutfak, paslı bir balkon, eski mobilya, kalın perdeler, toz ve sessizlik kokusu. Ama onun için mükemmeldi. Görünmezdi. Kapıyı kilitledi, kepenkiyi çekti, küçük bir lamba yaktı ve sonra eski bir dolap arkasından metal bir kutu çıkardı. İçinde dört harici sabit disk, üç telefon, düzinelerce dosya ve siyah kapaklı bir günlük vardı. Her şey takıntılı bir hassasiyetle organize edilmişti.

Ayşe dizüstü bilgisayarını açtı. Şifreli bir giriş ekranı gösterdi. Şifreyi girdi, sonra bir tane daha, sonra biyometrik bir dizi. Dosyalar görünmeye başladı. İsimler, tarihler, banka işlemleri, ses kayıtları, fotoğraflar… Hepsi tek bir davayla bağlantılıydı: Kemal Yılmaz davası.

Kemal Yılmaz saygın bir iş adamıydı. Hayırsever, siyasi desteğe sahip, kusursuz bir itibarı vardı. Ama Ayşe, yargı sisteminin zirvesine kadar uzanan bir yolsuzluk ağı, gizli işlemler, rüşvetler, kamu ihalelerinin manipülasyonu ve daha kötüsü Yılmaz’ın insan kaçakçıları ile bağlantıları olduğuna dair kanıtlar bulmuştu. Kanıtları kamuoyuna açıklamaya çalışmıştı ama yapamadan önce uyarılmıştı. Geceleyin bir arama, sakin, kibar bir ses: “Bayan Demir, kariyerinizi boşuna mahvetmek istemezsiniz. Davadan vazgeçin.” Reddetti. Ertesi gün arabası tahrip edildi. Üçüncü gün birisi dairesine girmeye çalıştı. Dördüncü gün bir fotoğraf aldı; kendisinin parkta 5 yaşındaki yeğeniyle. Mesaj: “Durun, yoksa sevdiğiniz herkesi kaybedersiniz.”

Ve sonra Ayşe Demir çılgınca bir şey yaptı. Kayboldu. Tüm hesaplarını kapattı, kimliğini değiştirdi, gizliliğe geçti. 3 yıl boyunca küçük kasabalarda, sahte isimler altında yaşadı. Ama vazgeçmedi. Her kasabada daha fazla bilgi topladı, daha fazla kanıt, daha fazla isim. Ve şimdi 3 yıl sonra hazırdı.

Bir ses dosyası açtı. Kemal Yılmaz’ın sesi odada yankılandı:
“Ne kadara mal olduğu umurumda değil. Hakimin kararlaştırdığımız gibi oy vermesini istiyorum. Yoksa ne yapılması gerektiğini biliyorsun.”

Ayşe gözlerini kapadı. Uykusuz geceleri, onu yiyen korkuyu, ayakta tutan kararlılığı hatırladı. Ama artık yalnız değildi. Telefonunda bir mesaj belirdi, bilinmeyen bir numaradan:
“İstiklalde olanları gördüm. Hazır mısın?”
Ayşe yanıtladı: “Evet.”
“Yarın her şey başlıyor. Dikkatli ol.”

Sabah solgun, soğuk bir ışıkla geldi. Ayşe uyumamıştı. Bütün gece dosyaları, her detayı, stratejisindeki her olası boşluğu kontrol etmişti. Saat 8’de telefon çaldı. Bilinmeyen numara.
“Ayşe,” dedi erkek bir ses. “Adım Deniz Kaya. Hürriyette gazeteciyim. Dün gece anonim bir mesaj aldım dosyalarla. Kemal Yılmaz hakkında dosyalar.”
Ayşe bekledi. “Gerçekler mi?” diye sordu.
“Yayınlamak istiyorum ama doğrulanıp doğrulanmadıklarını bilmem gerekiyor. Güvenli olup olmadıklarını, bunlar için öldürülüp öldürülmeyeceğimi.”
Ayşe acı acı gülümsedi. “Seni koruyamam Deniz, ama sana o dosyadaki her belgenin gerçek olduğunu söyleyebilirim. Her kayıt otantik ve yayınlarsan birçok şeyi değiştireceksin ya da denerken öleceğim.”
“Neden şimdi? Neden 3 yıl sonra?”
“Çünkü şimdi hazırım. Çünkü şimdi tüm parçalara sahibim ve kaybedecek bir şeyim kalmadı.”
“Ailen var mı?”
“Hayır.”
“Arkadaşlar?”
“Hayır.”
“O zaman neden?”
“Birilerinin yapması gerekiyor.”

“Yarın sabah her şeyi yayınla. Değişiklik yok, pazarlık yok. Savaş olacak.”
“Ayşe,” dedi Deniz, “Bunu ne zaman yapmamı istiyorsun?”
“Yarın sabah.”
Telefonu kapattı. Ama başka bir arama geldi. Komiser Yılmaz’dı.
“Bayan Demir, konuşmamız gerek. Yüz yüze. Çünkü bilmeniz gereken şeyler var Yılmaz hakkında. Onu gerçekte kimin koruduğu hakkında.”
Ayşe durdu. “Ne demek istiyorsun?”
“Burada konuşamam. Emirgan Korusu’na gel. 11’de yalnız.”
“Peki neden sana güveneyim?”
“Çünkü dün gece seni yakalamak isteseydim yakalardım Ayşe ama yapmadım.”

Saat 10.30’da daireden çıktı. Emirgan’a yürüdü. Park neredeyse boştu. Yılmaz bir bankta oturuyordu.
“Buradayım,” dedi Ayşe.
Adam ona baktı. “Kemal Yılmaz ağın başı değil. Sadece bir kukla. Onun üzerinde birinin olduğunu söylemek istiyorum. Her şeyi kontrol eden biri. Hükümet düzeyinde koruması olan biri.”
Ceketinden bir zarf çıkardı. “Burada isimler var. Görevler, işlemler. Son iki yılda toplayabildiğim her şey.”
Ayşe zarfı aldı. Elleri titriyordu. “Bunu bana neden veriyorsun?”
“Çünkü yorgunum Ayşe. Canavarları korumaktan yorgunum. Gözlerimi kapatmaktan yorgunum. Ve çünkü kızım seninle aynı yaşta ve onun böyle insanların kazandığı bir dünyada yaşamasını istemiyorum.”
Ayşe, üç yıl içinde ilk kez umut hissetti. “Teşekkür ederim,” dedi.

“Dikkatli ol. Bunu yaparsan her şeyleriyle senin peşine düşecekler. Sadece Yılmaz değil, tüm makine.”
“Biliyorum.”
“Ve hazır mısın?”
“Seçeneğim yok.”

Ertesi sabah saat 6’da Deniz Kaya’nın makalesi çevrim içi yayınlandı. Başlık: “Yılmaz ağı – Bir yolsuzluk imparatorluğu 10 yıldır Türk adaletini nasıl manipüle etti?” Alt başlık: “Özel belgeler, ses kayıtları, sistemin zirvesinden isimler, Ayşe Demir’in 3 yıl sakladığı kanıtlar.” İlk 10 dakikada makale bin erişim aldı. Bir saat sonra 50.000, öğlen 1 milyonun üzerinde. Telefonlar, redaksiyonlarda, hükümet ofislerinde, karakollarda, savcılıklarda çalmaya başladı. Sorular, inkarlar, panik.

Ayşe dairesinde dizüstü bilgisayarın ekranını izliyordu. Haberler makaleyi almaya başlamıştı. Televizyonlar özel yayınlar açmıştı. Politikacılar kaçamak açıklamalar yapıyordu. Yılmaz henüz telefona cevap vermemişti ama Ayşe bunun sadece zaman meselesi olduğunu biliyordu.

Öğleden sonra birisi kapıyı çaldı. Kimseyi beklemiyordu. Mutfaktan küçük bir bıçak aldı. Kapıya yaklaştı.
Kim o?
“Ayşe. Benim. Yılmaz.”
Yavaşça açtı. Komiser oradaydı, yanında sivil iki memur.
“Bizimle gelmen gerekiyor.”
“Neden?”
“Kemal Yılmaz evinde ölü bulundu.”
Ayşe yerin altından kaydığını hissetti.
“Ne?”
“Görünürde intihar, kafasından vurulmuş, veda mektubu var.”
“Hayır, bu mümkün değil.”
“Ama öyle. Ve şimdi herkes senin onu halka açık maruz bırakarak buna zorladığını düşünecek. Onu ifşa ederek öldürdüğünü. Seni korumamız gerekiyor.”

Ayşe gözlerine baktı. Samimi olup olmadığını görmeye çalıştı.
“Sizinle gelirsem beni tutuklar mı?”
“Hayır. Ama burada kalırsan seni öldürürler.”
Kadın anladı. Yılmaz intihar etmemişti. Ortadan kaldırılmıştı. Çünkü üzerindeki biri onun konuşmasını riske atamazdı. Ve şimdi Ayşe, “Bir sonraki hedef benim,” dedi. “5 dakikaya ihtiyacım var.”
Yılmaz başını salladı. Hızla daireye döndü. Sabit diskleri, telefonları, dosyaları aldı, bir sırt çantasına koydu. Sonra dizüstü bilgisayarını son bir kez açtı ve Deniz’e şifreli bir mesaj gönderdi:
“Yılmaz öldü. İntihar değil. Yazmaya devam et. Durma.”
Sonra her şeyi kapattı. Sırt çantasını aldı ve çıktı.

Arabada Yılmaz sessizce sürdü. Ayşe pencereden yanlarından hızla geçen şehre bakıyordu.
“Beni nereye götürüyorsun?”
“Güvenli bir eve, kimsenin seni bulamayacağı bir yere. Soruşturmayı bitirene kadar, Yılmaz’ı kimin öldürdüğünü yakalayıncaya kadar.”
Ayşe hüzünle gülümsedi. “Onu asla yakalamayacaksınız. Çok yüksekte, çok korunmuş belki. Ama denemezse hep kazanmış olurlar.”
“Neden bana yardım ediyorsun?”
Adam hemen cevap vermedi. Birkaç dakika sessizce sürdü, sonra yavaşça dedi:
“Çünkü 20 yıl önce senin gibiydim. Genç, idealist. Adalete inanıyordum. Sonra sistem beni kırdı. Gözlerimi kapatan birine dönüştürdü. Kabul eden birine. Ve senin benim gibi olmanı istemiyorum.”
Ayşe boğazında bir düğüm hissetti. “Teşekkür ederim,” diye fısıldadı.

Araba merkezden uzak, sakin bir mahalleye girdi. Yüksek çitli, perdeleri kapalı, küçük bir ev.
“Burada güvende olacaksın,” dedi Yılmaz.
Ayşe indi ama girmeden önce döndü.
“Yılmaz, başaracağımızı düşünüyor musun?”
Adam ona uzun uzun baktı, gözlerinde ilk kez kırılgan bir şey gördü.
“Bilmiyorum,” dedi dürüstçe. “Ama denememiz gerekiyor.”
Ayşe eve girdi ve beklemeye başladı. Gerçeğin kesin olarak patlayacağı anı beklemeye ya da her şeyin çökeceği anı.

Üç gün sonra Türkiye uyandı. Deniz Kaya’nın makaleleri çıkmaya devam etti. Her gün yeni ifşalar, yeni isimler, yeni kanıtlar. Savcılar, hakimler, politikacılar, iş adamları hepsi aynı çürük ağda bağlantılı. Protestolar İstanbul’da başladı, sonra tüm ülkeye yayıldı. Sokaklarda binlerce insan istifa talep ediyor, adalet istiyordu. Ama güvenli evde Ayşe her şeyi uzaktan izliyordu. Televizyondan, telefondan, pencereden. Bağlantısı kesilmişti. Sanki başkasının hayatını izliyormuş gibi. Yılmaz her gün geliyordu, haber getiriyordu. Beş kişiyi tutukladılar, bir sabah eski adalet bakanı da dahil.

Ayşe başını salladı ama gülümsemedi.
“Peki Yılmaz’ı kim öldürdü?”
Yılmaz sustu.
“Henüz bilmiyoruz.”
“Asla öğrenmeyeceksiniz.”
“Neden böyle söylüyorsun?”
“Çünkü onu öldüren kişi dokunamayacağınız biri. Mutlak güce sahip biri. Ve şimdi gölgede saklanıyor. Her şeyin sakinleşmesini bekliyor.”
Ama durmuyoruz Ayşe. Devam ediyoruz.
Ne zamana kadar?
Ya onlar düşene kadar ya da biz.

Kadın hüzünle gülümsedi.
“İyi bir adamsın Yılmaz. Bu sistem için fazla iyi belki. Ama yolsuz ve sakin olmaktansa iyi ve yorgun olmayı tercih ederim.”

O akşam Ayşe Deniz’den bir mesaj aldı:
“Tehditler aldım ama devam ediyorum. Kendim için değil, yıllarca susan herkes için.”
Mesajı üç kez okudu ve günler içinde ilk kez göğsünde sıcak bir şey hissetti. Yalnız değildi. Artık saklanmış, korkmuş, kaçan kadın değildi. Bir devrimi başlatan biriydi ve sonunu göremese de bir şeyi biliyordu: Değerdi.

Ertesi sabah Yılmaz beklenmedik bir haberle geldi.
“Ayşe, gitmen gerekiyor. Birisinin nerede olduğunu bildiğine dair bilgi aldık. Seni taşımamız gerekiyor şimdi.”
Kadın tereddüt etmedi. Sırt çantasını aldı, memurları dışarı takip etti. Arabada Yılmaz ona bir zarf verdi.
“Bu ne?”
“Portekiz Lizbon için bir uçak bileti. Sahte bir isim altında. İstersen gidebilirsin. Yeniden başlayabilirsin.”
Ayşe zarfa baktı.
“Peki kalırsam?”
“O zaman savaşmaya devam edersin ve belki kazanırsın ya da denerken ölürsün.”
Kadın gülümsedi.
“Kaçan tipten değilim Yılmaz.”
“Biliyorum ama seçeneğin olduğunu bilmeni istedim.”

Ayşe zarfı cebine koydu, kullanmak için değil, saklamak için. Bir hatırlatma olarak. Her zaman bir seçenek vardır.

Araba başka bir evin önünde durdu. Daha küçük, daha izole.
“Burada birkaç gün güvende olacaksın,” dedi Yılmaz.
Sonra ne yapacağımızı görürüz.
Ayşe indi ama girmeden önce döndü.
“Yılmaz, teşekkürler her şey için.”
Adam başını salladı.
“Henüz teşekkür etme. Her şey bittiğinde bana teşekkür et.”
Kadın gülümsedi.
“Yapacağım.”
Ve içeri girdi.

Yeni evde Ayşe eski bir sandalyeye oturdu. Pencereden dışarı baktı. Gökyüzü maviydi. Temiz, bulutsuz. Üç yıl içinde ilk kez neredeyse unuttuğu bir şey hissetti: Huzur. Her şey bittiği için değil, yapması gerekeni yaptığı için. Gerçeği söylemişti ve şimdi ne gelirse gelsin bir daha asla yalnız olmayacağını biliyordu. Çünkü bir yerlerde o evin dışında binlerce insan yanında savaşıyordu. Onu tanımadan, onu görmeden, ama onun hikayesini taşıyarak ve bu yeterliydi.

Ayşe’nin hikayesi, gerçeğin savaşmaya değer olduğunu hatırlatır. Bazen en güçlü şey, ne kadar zor olursa olsun, doğru olanı yapmaktır. Hikaye sana dokunduysa, bir beğeni bırak. Çünkü sessizce savaşan her insan için bu destek önemli. Bir sonraki hikayede görüşmek üzere.

.