“Ferrari’mi Çalıştırırsan Sana Veririm!” Milyoner Aç Yaşlı Adamı Aşağıladı Ama Sonunda Sustular

.
.

Ferrari’yi Çalıştırırsan Sana Veririm!

İstanbul’un soğuk bir kış sabahı, kar şehrin sokaklarını sessizlik örtüsü gibi kaplarken, olağanüstü bir olay yaşanmak üzereydi. Şehrin en pahalı restoranının önünde, parlak kırmızı Ferrari’siyle duran kibirli bir milyoner, hayatını sonsuza dek değiştirecek bir bahse girecekti. Sokağın karşı tarafında ise yaşlı bir Türk, soğuktan ve açlıktan titreyerek çöp konteynerlerinden yemek artığı arıyordu. Milyoner, bu mütevazi adamın alay etmesini beklerken, aslında onun zamanın koridorlarında yankılanacak bir derse dönüştürecek bir sır sakladığını bilmiyordu.

Aralık ayının buz gibi rüzgarı İstanbul sokaklarını keserken, kar çok fazla acı ve kurtuluş hikayesi görmüş bu şehre düşmeye devam ediyordu. Noel arifesiydi ve vitrinlerin altın ışıkları, ısınacak yeri olmayanların gerçeğiyle acımasızca tezat oluşturuyordu. 35 yaşındaki Kerem Özkan, kripto para spekülasyonlarıyla servet kazanmış bir iş adamıydı. Altın Köşk restoranından bir işçinin aylık maaşından daha pahalı bir öğle yemeğinden sonra çıkıyordu. İtalya’dan ithal ettiği kırmızı Ferrari 488 GTB’si, sokak lambalarının altında beyaz kar üzerinde parlıyordu.

Kerem, İtalyan deri eldivenlerini düzelttiği sırada, sokağın karşı tarafındaki yaşlı adamı fark etti. Komünist dönemden kalma solmuş bir askeri palto giymiş olan adam, çöp konteynerlerini karıştırarak yenilebilir bir şey bulmaya çalışıyordu. Griye dönmüş saçları, delik beresinin altından çıkıyordu. Kerem, arkadaşlarına dönerek, “Şu yaşlıya bakın,” diye bağırdı. Arkadaşları yüksek sesle gülerek dışarı çıktılar. Hepsi başarılı iş adamlarıydı ve üzerlerinde küçük bir evden daha pahalı giysiler vardı.

Kerem’in zihninde kötü bir fikir şekillendi. Egosunu besleyecek ve arkadaşlarını eğlendirecek bir plan. Kararlı adımlarla sokağa geçti. Yaşlı adama yaklaşarak, “Hey amca!” diye seslendi. Yaşlı adam başını kaldırdı. Kerem, Ferrari’sini işaret ederek, “Şu arabayı görüyor musun? 300.000 euro değerinde. Sana bir teklif yapacağım,” dedi.

Yaşlı adam cevap vermedi, sadece Kerem’in ruhunu görmüş gibi bakmaya devam etti. “Eğer Ferrari’mi çalıştırabilirsen, sana veririm,” dedi Kerem, anahtarları cebinden çıkarıp havada sallayarak. “Ama başaramazsan, bir daha bu şehirde görünmeyeceğine söz verirsin. Ne dersin amca?”

Kerem’in arkadaşları gülmeye başladı. Olayı telefonlarıyla kaydetmeye başladılar. Kalabalık merakla gelişen gösteriyi izliyordu. Yaşlı adam Ferrari’ye baktı, sonra tekrar Kerem’e döndü. Gözlerinde korku ya da aşağılanma değil, derin bir üzüntü vardı. “Genç adam,” dedi yavaşça. “Bu bahsi yapmak istediğinden emin misin?”

Kesinlikle,” diye bağırdı Kerem. “Senin gibi yaşlı bir adam, böyle bir arabanın ne olduğunu bile bilmez.” Kerem’in bilmediği şey, bu adamın 78 yaşındaki Mehmet Ak olduğu ve sadece başka bir evsiz olmadığıydı. Komünist dönemin en gizli projelerinde çalışmış eski bir havacılık mühendisiydi.

Mehmet, yavaşça Ferrari’ye yaklaştı. Titreyen elleri, kırmızı gövdeye bir sanat eserine dokunur gibi dokundu. Bir an gözlerini kapattı ve geçmişteki anılar zihninden geçti. Çalıştığı atölye, inşa ettiği motorlar, sistem değiştiğinde kaybettiği hayat… “Peki,” dedi sonunda. “Bahsini kabul ediyorum.”

Kerem, anahtarları zalim bir gülümsemeyle verdi. O zavallı yaşlıyı birkaç dakika içinde alenen küçük düşüreceğinden emindi. Kalabalık büyüyordu, telefon kameraları her saniyeyi kaydediyordu. Mehmet, Ferrari anahtarlarını titreyen ellerle tuttu ama gerginlikten değil, milimetrik hassasiyetle. Yıllarca süren çalışmanın kas hafızasıydı bu.

Mehmet, sürücü kapısına yaklaştığında olağanüstü bir şey oldu. Daha önce tereddütlü olan hareketleri aniden akıcı ve kesin hale geldi. Kapıyı, iyi yapılmış şeylerin değerini bilen birinin inceliğiyle açtı. Kırmızı deri iç döşeme, yıpranmış kıyafetleriyle tezat oluşturuyordu. Ama Mehmet, sürücü koltuğuna yerleştiğinde o yere aitmiş gibi kaydı.

“Tanrım!” diye mırıldandı bir kadın, nasıl hareket ettiğine bakarak. Mehmet, gözlerini kapattı. Ellerini karbon fiber direksiyona koydu. Zihninde İstanbul’un donmuş sokağında değil, hayatının en güzel yıllarını geçirdiği Türk Havacılık ve Uzay Sanayii atölyesine dönmüştü. “Hadi, yaşlı!” diye bağırdı Kerem’in arkadaşlarından biri. “Kontak anahtarının nerede olduğunu bile bilmiyorsun.”

Mehmet, gözlerini açtığında birkaç izleyicinin kaşlarını çatmasına neden olan bir hassasiyetle hareket etti. Önce dikiz aynasını ekonomik ve kesin bir hareketle ayarladı. Sonra pedalları kontrol etti. Sol ayağının ucuyla debriyajı test etti. “Ne yapıyor?” diye fısıldadı Kerem. Mehmet, anahtarı kontağa soktu ama hemen çevirmedi. Bunun yerine sağ ayağını gaza koydu ve tam üç kez pompaladı. Ferrari’nin enjeksiyon sistemini hazırlamak için gereken doğru sayıydı. Bu, yüksek performanslı motorlarla yıllarca deneyimden gelen bir bilgiydi.

Kalabalık şimdi tamamen sessizdi. Karda oynayan çocuklar bile bu anı izlemek için durmuştu. Kararlı bir hareketle Mehmet, anahtarı çevirdi. V8 motor hemen hayat buldu. Karakteristik kükremesi, derin uykudan uyanan bir aslan gibi sokaklarda yankılandı. Mehmet, motoru kontrol etme şekliyle herkesin dikkatini çekti. Sanki bir senfoniyi yönetiyormuş gibiydi. Nazikçe gaza bastı. Motorun her notasını dinledi. Sonra röantide bıraktı. Ferrari, memnun bir kedi gibi mırıldanıyor, yaşlı adamın komutlarına mükemmel şekilde yanıt veriyordu.

“İmkansız,” diye mırıldandı Kerem. “İmkansız.” Mehmet, arabadan çıktığında duruşunda farklı bir şey vardı. Acının ondan çalmaya çalıştığı haysiyet bir anda geri gelmiş gibiydi. Anahtarları Kerem’e geri uzattı. O da titreyen ellerle aldı. “Araba çalışıyor,” dedi Mehmet. “Sesi şimdi güçlü ve net. Bahisinin şartlarına göre sanırım Ferrari’ni kaybettin.”

Kalabalık, şaşkınlık mırıltılarıyla patladı. Biri “Bravo!” diye bağırdı ve alkışlamaya başladı. Diğerleri katıldı ve kısa sürede tüm sokak, imkansız görüneni başaran yaşlı adam için alkışlarla yankılandı. Kerem, çalışan Ferrari ile Mehmet arasında dönüşümlü bakıyor, aklı az önce olanları işlemeye çalışıyordu. Evsiz biri, dünyanın en sofistike arabalarından birini nasıl bu kadar kolay çalıştırabilirdi?

“Kim? Kimsin sen?” diye sordu. Sonunda sesi fısıltının üzerinde zar zor duyuluyordu. Mehmet, ona bir ömür boyu sırrı saklıyor gibi görünen mavi gözleriyle baktı. “Ben sadece motorlar hakkında bir iki şey bilen yaşlı bir Türküm, genç adam.” Ama bu hikayede daha fazlası vardı. Kalabalıktaki herhangi birinin hayal edebileceğinden çok daha fazlası. Ve Kerem, hayattaki bazı karşılaşmaların tesadüf olmadığını, evrenin en az beklediğimiz anda yolumuza koyduğu dersler olduğunu keşfetmek üzereydi.

Ferrari, mırıldamaya devam ediyordu. Motoru soğuk sabahta ısınırken iki hayat sonsuza dek değişmek üzereydi. Kimsenin bilmediği şey ise Mehmet Ak’ın sadece bir mühendis olmadığıydı. Türkiye’nin tarihinin en karanlık anlarından bazılarında ülkeyi savunan savaş uçaklarının motorlarını tasarlamaya yardım eden adamdı. Bahis kazanıldı ama gerçek hikaye daha yeni başlıyordu.

Ardından gelen sessizlik sağır ediciydi. Kerem felç olmuş gibi durdu. Elindeki titreyen Ferrari anahtarlarına bakarken motor mükemmel mırıltısına devam ediyordu. Az önce olanların gerçekliği, buzlu su gibi bilincine sızmaya başladı. “Bu olamaz,” diye mırıldandı. “Bu bir çeşit hile olmalı.”

Mehmet, arabanın yanında duruyordu. Duruşu şimdi neredeyse askeriydi. Birkaç dakika önce çöpleri karıştıran eğilmiş adamla olan kontrast o kadar çarpıcıydı ki kalabalıktaki birkaç kişi bu hikayede çok daha fazla şey olduğundan şüphelenmeye başladı. Yerel gazeteci Ayşe Yılmaz, sokaktan tesadüfen geçiyordu. Hikayenin potansiyelini hemen fark etti. Telefonu kayıt modunda yaklaştı. “Özür dilerim abi,” diye kibarca Mehmet’e seslendi. “Ntv’den gazeteciyim. Bu arabayı nasıl bu kadar kolay çalıştırdığınızı açıklayabilir misiniz?”

Mehmet ona baktı. Sonra bekleyen kalabalığa, son olarak da hala şokta görünen Kerem’e, “Genç adam,” dedi. “Bu bahsi yaptığında işe yaramaz yaşlı bir adamı aşağılamaya çalıştığını düşündün. Ama bana 20 yıl sonra ilk kez bir makineye dokunma izni verdin.”

Kerem, kaşlarını çattı. “Neden bahsediyorsun?” “40 yıl boyunca Tay Tusaş’ta havacılık mühendisi olarak çalıştım,” diye başladı Mehmet. Sesi her kelimeyle güç kazanıyordu. “F16’ların motorlarını tasarlamaya ve üretmeye yardım ettim. Soğuk savaş sırasında bu ülkeyi koruyan savaş uçaklarını…”

Kalabalık, mutlak sessizliğe büründü. Sokaktaki trafik bile dinlemek için durmuş gibiydi. “Ferrari motorları,” diye devam etti Mehmet. “Yüksek performanslı havacılık motorlarıyla aynı temel prensiplere dayanır. Hassas enjeksiyon, mükemmel zamanlama, termodinamiği anlama. Onlarca yıl turbojet motorlarla çalışan biri için Ferrari V8’i karmaşık bir senfoniden sonra basit bir şarkı gibidir.”

Ayşe gazeteci, telefonu daha yakına tuttu. “Peki sokağa nasıl düştünüz, abi?” Mehmet’in yüzü karardı. “1991’de sistem değiştiğinde fabrikalar kapandı veya özelleştirildi. Benim yaşımdaki adamlar eskimiş sayıldı. Emekliliğim… Türkiye’de emekli maaşlarının nasıl olduğunu biliyorsunuz.”

Kerem, göğsünde garip bir şey hissetti. Yıllardır yaşamadığı bir duygu. Rahatsızlıktı ama fiziksel değil. Vicdanıydı bu. Uzun zaman önce susturduğu bir ses fısıldamaya başlamıştı. “Evimi 3 yıl önce kaybettim,” diye devam etti Mehmet. “Karım Fatma kanserden öldü. Hem tedavi hem de kredi ödemelerini aynı anda karşılayamadım. O zamandan beri sokaktayım.”

Kalabalıktaki bir kadın sessizce ağlamaya başladı. Yaşlı bir adam, açıkça komünist dönemden bir veteran, sessiz tanıma ile başını salladı. “Ama biliyor musunuz?” dedi Mehmet, dudaklarının köşelerine hafif bir gülümseme dokunarak. “O direksiyona dokunduğumda, bir an için tekrar eskiden olduğum adam oldum. Güzel bir şey yaratmanın, mükemmel çalışan bir şey yapmanın ne demek olduğunu hatırladım.”

Kerem, Ferrari’sine baktı. Sonra onu yeni kazanan adama. Yetişkin hayatında ilk kez kendini küçük hissetti. Fiziksel olarak küçük değil, ahlaki açıdan küçülmüştü. “Araba senin,” dedi sonunda, paltosunun iç cebinden çıkardığı evrakları uzatarak. “Bahis bahistir.”

Mehmet evraklara baktı. Sonra yavaşça başını salladı. “Hayır genç adam, arabanı istemiyorum.” Kalabalık, şaşkınlıkla mırıldandı. Kerem gözlerini kırpıştırdı. “O zaman ne istiyorsun?” Mehmet yaklaştı ve Kerem, yaşlı adamın mavi gözlerinde gözyaşlarını görebildi. “Bu sabahı hatırlamanı istiyorum,” dedi Mehmet. Sesi yumuşak ama delici. “Sokakta karşılaştığın her insanın bir hikayesi olduğunu hatırlamanı istiyorum. Yetenekleri var, haysiyetleri var. Hayat onları hiç hayal etmedikleri durumlara zorladığında bile…”

Genç milyoner, kelimelerin tam hedefli oklar gibi kendine çarptığını hissetti. “Ve istiyorum ki,” diye devam etti Mehmet, “kendine şunu sor. Zenginliğinle ne yapıyorsun? Köprü mü inşa ediyorsun? Duvar mı?”

Kerem uzun bir süre sessiz kaldı. Etrafındaki kalabalık izliyordu. Bazıları telefonlarıyla kaydediyor, diğerleri sadece anı özümsüyordu. Aniden genç iş adamı, çok uzun zamandır hissetmediği bir şey hissetti. Utanç. Gerçek, derin bir utanç. Ne tür bir insan haline geldiği için. Gözleri doldu ve kalabalık önünde Ferrari’nin hala çalışan motoru sesinde Kerem Özkan, hayatının en önemli kararını verdi. “Mehmet abi,” dedi sesi kırık. “Benimle gel, iş ver. Hayır, bekle, bana iş ver. Bana nasıl insan olunacağını öğret.”

Mehmet, gitmek için döndü ama Kerem aniden elini uzattı. “Bekle,” sesi çatlıyordu. “Lütfen gitme.” Yaşlı adam yavaşça döndü. Gözlerinde zafer değil, merhamet vardı. Hayatının boşluğunu yeni keşfetmiş genç adama duyduğu merhamet. “Nasıl olduğunu bilmiyorum,” diye devam etti Kerem. “Gözlerinde yaşlar birikmeye başladı. Ne zaman böyle biri haline geldiğimi bilmiyorum.”

Kalabalık, bu dönüşümü sessizce izliyordu. Gazeteci Ayşe hala kaydediyordu. Olağanüstü bir şeyin tanığı olduğunun farkındaydı. “Babam da,” diye fısıldadı Kerem, sesi zar zor duyuluyordu. “Mühendisti. Tüpraş’ta çalışıyordu. 16 yaşındayken öldü. Bana hep gerçek zenginliğin, sahip olduğun şeyler değil, başkalarına verdiklerin olduğunu söylerdi.”

Mehmet, yavaşça başını salladı. “Akıllı bir adamdı. Ama ben hepsini unuttum. Para kazandım. Ve bunun beni diğerlerinden üstün kıldığını sandım.” Kerem ellerine baktı. “Bugün seni eğlence için aşağılamaya çalıştım. Nasıl bu kadar aşağılara düşebildim?” Mehmet, titreyen elini genç adamın omzuna koydu. “Genç adam, düşmedin. Sadece yolunu kaybettin. Kaybolmuş her insan, evine giden yolu bulabilir.”

Kerem başını kaldırdı. “Bunu nasıl düzeltebilirim? Babamın gururla bakacağı insan nasıl olabilirim?” Tekrar Mehmet gülümsedi. “Günün ilk gerçek gülümsemesi. Küçük şeylerle başla. Yarın 500 lira yemeğe harcamak yerine evsizler için yemek al. Gelecek hafta başka saat almak yerine ihtiyacı olan birinin kirasını öde. Ama bu çok az. Küçük şeyler büyük olur, sevgiyle yapıldığında.”

Sonra, hazır hissettiğinde daha büyük şeyleri düşün. “Belki benim gibilerini istihdam eden bir şirket. Belki krizde ailelere yardım eden bir vakıf.” Kerem enerjik bir şekilde başını salladı. “Evet, evet, bunu yapabilirim,” ama tereddüt etti. “Bana yardım eder misin? Rehberim olur musun? Kendime kurduğum bu labirentten nasıl çıkacağımı bilmiyorum.”

Mehmet şaşırmıştı. “Ben mi? Ama ben sadece yaşlı bir adamım.” “Hayır,” diye kararlıca Kerem sözünü kesti. “Sen hayatını ülkeye hizmet etmeye adamış bir adamsın. Her şeyini kaybetmesine rağmen haysiyetini koruyan bir adamsın. Bana hayatımın en önemli dersini yeni vermiş bir adamsın.”

Etrafındaki kalabalık sessizdi ama havada değişimin elektriksel enerjisi hissediliyordu. “Lütfen,” diye ekledi Kerem. “Beni işe al, işçi olarak değil, danışman olarak. Parayı yıkmak için değil, inşa etmek için nasıl kullanacağımı öğretmeye yardım et.”

Mehmet ona uzun uzun baktı, ruhuna bakmaya çalışıyormuş gibi. Arkadaşlarına işaret etti. “Sessizce duruyorlar. Açıkça gözlemledikleri şeyden sarsılmışlardı. Ne derler?” Kerem arkadaşlarına baktı. Sonra tekrar Mehmet’e döndü. “Eğer gerçek arkadaşlarsa anlarlar. Değillerse,” omuzlarını silkti. “Belki yeni arkadaşlar bulmanın zamanı gelmiştir.”

Arkadaşlarından biri Burak, yavaşça yaklaştı. “Kerem,” dedi sessizce. “Burada olanlar beni de değiştiriyor. Belki ben de bir rehbere ihtiyacım var.” Mehmet, iki genç adama baktı. Gözlerine yaşlar doldu. “Gençler,” dedi titreyen sesle. “Bu sabah uyandığımda yeni ruhların doğuşuna tanık olacağımı bilmiyordum.”

Ayşe gazeteci, telefonuyla yaklaştı. “Mehmet Ağabey, bu olağanüstü bir hikaye. Televizyon için röportaj verir misiniz?” Mehmet, Kerem’e baktı. O da cesaret verici şekilde başını salladı. “Eğer bu başkalarının, herkesin şansa layık olduğunu anlamasına yardım ederse, evet.”

Ve sonra kimsenin beklemediği bir şey oldu. Kerem, Mehmet’i kucakladı ve yaşlı adam kucaklamayı yanıtladı. O anda milyoner ve evsiz yoktu. Sadece iki insan vardı. Biri öğreten, diğeri hayatın en önemli dersini öğrenen, gerçek zenginliğin insanlığımızda yattığını.

Üç ay sonra, kış güneşi Köprüler Vakfı’nın yeni ofisinin panoramik pencerelerinden içeri giriyordu. Kerem, Mehmet’in yardımıyla kurduğu organizasyonun genel müdürüydü. Yaşlı adam, sağlam masasında oturuyordu. Şık takım elbise giymiş ama mavi gözleri, genç milyonerin kalbini kazanan aynı iyiliği korumuştu.

“Mehmet abi,” dedi genç proje koordinatörü Zehra. “200 yardım başvurumuz var. Krizde aileler, evsiz mühendisler, desteksiz yaşlılar.” Mehmet başını sallayarak evrakları inceledi. Her vaka onun için kişiseldi. Kendi hikayesinin yansımalarını görüyordu.

“Atölye projesine ne oldu?” diye sordu. “Kerem, Başakşehir’de mükemmel bir yer buldu. İşsiz mühendisler ve teknisyenler için eğitim merkezine dönüştürebileceğimiz eski sanayi hali.” Ofis kapısı açıldı ve Kerem, geniş gülümsemeyle içeri girdi. Üç ay önceki halinden farklı görünüyordu. Daha huzurlu, daha mutlu. Pahalı takım elbiseler yerine sade kıyafetler giyiyor, sonunda dünyadaki yerini bulmuş biri gibi görünüyordu.

“Mehmet abi, iyi haberlerim var,” dedi. “BMW projeye ortak olmayı kabul etti. Yaşlılar için taksi programımıza araç sağlayacaklar.” “Harika,” diye yanıtladı Mehmet. “Eski arkadaşların ne oldu?” Kerem üzgün bir şekilde gülümsedi. “Burak tamamen bize katıldı. Dairesini sattı ve konut projelerimize yatırım yaptı. Ama diğerleri omuzlarını silkti. Bazı arkadaşlıklar, gerçek değişimleri yaşayacak kadar güçlü değil.”

“Zor ama gerekli,” dedi Mehmet bilgece. “Yeni hayatı eski temeller üzerine inşa edemezsin.” Zehra, tabletine baktı. “NTV’den de davet var. Vakfımız hakkında program yapmak istiyorlar. Ferrari hikayesi internette efsane oldu.” Mehmet ve Kerem bakıştılar. “Sence yapmalı mıyız?” diye sordu genç adam. “Eğer bu başkalarının, herkesin şansa layık olduğunu anlamasına yardım ediyorsa, evet.”

Bu sırada Mehmet’in telefonu çaldı, ekrana baktı ve yüzü aydınlandı. “Ankara’dan kardeşim Hasan,” diye açıkladı Mehmet. “Merhaba Hasan. Evet, her şey yolunda. Ne? Gerçekten mi?” Kerem, yaşlı adamın yüzünün çeşitli duygular yaşadığını izledi. “Hasan diyor ki, Tay beni geri istiyor,” dedi Mehmet, sesi titriyordu. “Yeni projeye danışman olarak, hikayemiz ünlendikten sonra geri dönmek isteyen eski çalışanlardan yüzlerce mektup almışlar.”

“Bu fantastik,” diye bağırdı Zehra. “Ama Mehmet, ofise, masadaki projelere, Kerem’e baktı. Bu yer, bu iş, bu da önemli.” Kerem pencereye gitti. Aşağıda uzanan şehre bakarak, “Mehmet abi, o gün bana ne söylemiştin? Küçük şeyler sevgiyle yapıldığında büyük olur diye.” “Evet. Bu vakıf küçük bir şeydi. Şimdi yüzlerce insana yardım ediyor. Belki daha büyük bir şey başlatmanın zamanı geldi.”

Mehmet, kaşlarını çattı. “Ne demek istiyorsun?” Kerem gözlerinde parıltıyla döndü. “Ya Tay ile güçlerimizi birleştirirsek, ya sadece yaşlı mühendisleri istihdam etmekle kalmayıp bilgilerini gençlere öğretmek için kullanan bir program yaratsak. Nesiller arası mükemmellik merkezi.”

Mehmet düşündü. “Bu işe yarayabilir. Gençlerin enerji ve yeni fikirleri var. Yaşlıların deneyim ve bilgeliği. Tam olarak sen de bu dünyalar arasında köprü olabilirsin.” Zehra, iki adama baktı. “Bu Türk sanayisinde devrim gibi geliyor.” “Devrim değil,” diye düzeltti Mehmet. “Hiç terk edilmemesi gereken değerlere dönüş. Deneyime saygı, insanlara yatırım, topluluk inşa etme.”

Kerem masanın başına oturdu. Gözleri parlıyordu. “E ne dersin? Sanayi köprülerini kuralım mı?” Mehmet gülümsedi. Üç ay önce genç milyonerin kalbini iyileştiren aynı sıcak gülümseme. “Genç adam, sanırım bir sonraki projemizi bulduk.”

Ve sonra dönüşümlerine tanık olan şehrin sokaklarında miraslarının taş veya metal değil, insanlar arasındaki yaşayan köprüler olduğunu biliyorlardı. Kibirden değil anlayıştan, zenginlikten değil bilgelikten, güçten değil sevgiden inşa edilmiş köprüler. Ve aynı mahallede bir yerde genç bir iş adamı sokakları dolaşıyor, yardıma ihtiyacı olan birine yardım etme fırsatı arıyordu. Dünyayı değiştirebileceğini, kendini değiştirerek başlayabileceğini kanıtlayan iki adamın hikayesinden ilham alarak.

Çünkü bazen en büyük devrimler basit bir soruyla başlar: “Kimse bakmadığında kim oluyorum?” Bu sorunun yanıtı sadece hayatımızı değil, etrafımızdaki dünyayı da değiştirebilir. Sanayi Köprüleri Vakfı bugün hala faaliyette. Tüm Türkiye’de 2000’den fazla kişi istihdam ediyor. Mehmet Ak, Türk mühendis nesillerini birleştirmedeki hizmetlerinden dolayı devlet övünç madalyası aldı. Kerem Özkan, servetinin %80’ini hayır kurumlarına bağışladı ve vakfın genel müdürü olarak mütevazı ama mutlu bir hayat yaşıyor.

Peki o kırmızı Ferrari’ye ne oldu? Evsizler için gezici yardım noktasına dönüştürüldü. İstanbul sokaklarında dolaşarak herkese gerçek gücün sahip olduklarımızda değil, sahip olduklarımızı nasıl kullandığımızda olduğunu hatırlatıyor.

.