MEKTUPLA GELEN GELİN, YANMIŞ BİR KULÜBEDE 8 AÇ ÇOCUK BULDU VE ONLARI KENDİ ÇOCUKLARI GİBİ SEVDİ
.
.
Mektupla Gelen Gelin
Yanmış Kulübede Sekiz Aç Çocuk
I. Mektup, Mühür ve Kader
Sene 1978’di. İç Anadolu’nun rüzgârı eksik olmayan, yazı kavurucu, kışı iliklere işleyen küçük bir kasabasında, Şamlılar Hanı’nın üst katındaki odada ince bir kararlılıkla oturan genç bir kız vardı.
Adı Zeynep’ti.
Yirmi iki yaşındaydı. Saçlarını örüp ensesinde toplamış, en düzgün elbisesini giymiş, ahşap masanın üzerinde duran mektuba bakıyordu. Mektup, üzerinde Kızılcık köyünün posta damgası ve düzgün bir erkek el yazısıyla yazılmış bir zarfın içinden çıkmıştı:
“Sayın Hüseyin Efendi’nin kızı Zeynep Hanım’a…”
Mektubu ilk okuduğunda şaşırmamış mıydı? Şaşırmıştı elbette. Ama şaşkınlığın altında, “beklenen” bir şeye kavuşma hissi de vardı: bir teklif, bir kapı, bir ihtimal.
Babası Hüseyin, köyün duvar ustasıydı. İki sene evvel, Zeynep’in nişanlısını askerde şehit vermesinden sonra, kızının içine kapanışını, geceleri duvara karşı sessiz ağlayışlarını seyretmişti. Bir yandan, “kısmetindeki budur” diye içten içe kabulleniş, bir yandan, “evladım böyle solmasın” diye içi içini yemişti.
O yüzden, Kızılcık köyünden şehre gelen bir tanıdığın getirdiği mektup, onun için de bir fırsattı.
Mektup, köyün yeni muhtarı, kırkına gelmiş, daha önce evlenmiş ama çocuğu olmamış bir adamdan geliyordu. Adı Mustafa’ydı. İlk karısı ağır bir hastalıktan vefat etmiş, ardında ne evlat ne hayatta kalan kardeş bırakmıştı. Mustafa, mektupta hayatını anlatırken süslü cümleler kurmamıştı:
“Ev, bark yerinde. Tarlam var, traktörüm var. Bir de yamalı kalbim. Eşimi toprağa verdim, çocuk nasip olmadı. Evim bomboş. Ben senden herhangi bir hediye istemem. Çeyiz istemem. Yeter ki helal süt emmiş, Allah’tan korkan bir eş olasın. Kabul edersen, seni anan babanla birlikte alır, ocağıma götürür, başımın tacı ederim.”
Mustafa’nın mektubuna, kasabanın imamı selam yazmıştı: “Mustafa iyi insandır, namazında niyazındadır. Hanımına kötü söz etmemiştir. Çevresinde sözü dinlenir.”
Zeynep’in annesi, mektubu okurken başını örtüsüyle silmiş, “kızımın nasibi şehit ile kesilmişti sanıyordum, Rabbim bir kapı daha açtı demek,” diye iç çekmişti.
Zeynep, mektubu defalarca okudu. Mustafa’nın cümlelerinde, ağzı laf yapan şehirli erkeklerin cilası yoktu. Sert ama düzgün yazılmış satırlar, soğuk toprak gibi açıktı: neyse oydu.
Babası, “Ama bu sefer kararı sana bırakıyorum,” demişti. “Ben isteyip de sen istemezsen olmaz. Yüreğin razı olacak.”
Zeynep yüreğini dinledi. O yürek, artık bir başkasına “aşk” diye atmayabilir belki; ama yine de bir evin sıcaklığına, bir çocuğun “anne” deyişine, bir sofranın etrafında toplanan nefeslere hasretti.
“Ben razıyım baba,” dedi. “Kısmetse giderim.”
Ve şimdi, Şamlılar Hanı’nın üst katındaki bu ufak odada, yük arabalarının gıcırtısı, pazar kalabalığının uğultusu, hanın içindeki çay ocağının çay kaşıkları, onun için yeni bir hayata karışıyordu.
İki gün sonra, sabah ezanıyla birlikte niyet edilen yola, öğle vakti çıkıldı. Hüseyin, karısı Meryem ve kızları Zeynep, kasabadan kalkan köy minibüsüne bindiler. Minibüs, bozuk taşlı yollar, sarp yamaçlar, sararmış otlarla dolu düzlükler geçerek Kızılcık köyünün yolunu tuttu.
Yol boyunca, Meryem, kızının dizine elini koyup dualar mırıldandı. Zeynep, camdan dışarı bakarken, geleceğini hayal etmeye çalıştı: iyi bir koca, tarlada çalışan eller, belki bir değil iki çocuk… Yüreği hem hafif hem ağırdı.
Kızılcık köyünün girişinde, eski bir kavak ağacının altında, tek kabinli, arkası kasalı, yeşil bir kamyonet duruyordu. Önünde, sırtı biraz kamburlaşmış, başı öne eğik ama bakışları canlı bir adam bekliyordu.
Mustafa.
Hüseyin, kızını indirirken önce Mustafa’yla tokalaştı. İki erkek, birbirlerinin gözlerine baktı; “nasip” kelimesiyle birlikte, içten bir “emanet” de geçti aralarında.
Zeynep, Mustafa’ya önce göz ucuyla, sonra biraz daha dikkatle baktı. Mustafa, mektubundaki gibi ağdalı değildi. “Hoş geldiniz,” dedi sadece. “Bizim köy biraz serttir, ama insanı sıcak. Allah gönüle göre versin.”
Araca bindiler. Köyü geçtiler, Mustafa’nın evine doğru kıvrılan patikadan ilerlediler. Zeynep, zihninde evin içini canlandırıyordu: beyaz badanalı duvarlar, sedirler, yerde kilimler, belki soba başında sessizlik…
Mustafa’nın evi, köyün biraz kıyısında, küçük ama derli toplu bir hane idi. Avluda birkaç tavuk, bir kara keçi, bir de bağlı bir at vardı.
Meryem, “Şükür, kızım aç kalmaz,” diye içinden geçirdi.
Tanışmalar, kahveler, imam eşliğinde nişan, kısa sürede oldu bitti. Düğünü, Mustafa’nın “Bir daha kalabalık kaldırmayalım, kızımın gözü kalmasın,” demesiyle, sadece köylü kadınların getirdiği börekler, pilavlar eşliğinde, bir mevlid havasında yaptılar.
Zeynep, “mektupla gelen gelin” olarak yeni evine yerleştiğinde, akşam ezanı çoktan okunmuştu.
Mustafa, nikâh sonrası, kahveler içilip kalabalık dağıldığında, utangaç bir saygıyla Zeynep’e yaklaşmış, “Allah utandırmasın,” demiş, bir adım geri çekilip o geceyi biraz da mesafeyle geçirmişti.
Zeynep, bu mesafeyi yadırgamadı. İçinde, yavaş yavaş ısınan, tencereyi kaynatan bir su gibi, bir “alışma” başladı.
Ama bu suyu kaynatacak asıl ateş, Mustafa’nın ağzından çıkacak bir cümlede saklıydı.

II. Yanmış Kulübe
Mustafa, evliliğin ilk gününün akşamında, Zeynep’e bir soru sormuştu:
“Çocuk sever misin?”
Zeynep, dudağında ince bir gülümsemeyle, “Hem de nasıl,” demişti. Eski nişanlısıyla evleneceği günleri, kıyıda köşede “kaça kaç çocuk isteriz?” diye konuştukları anları hatırlamıştı.
Mustafa’nın içi burkulmuş, ama bunu belli etmemişti.
“Seviyorsan,” demişti, “Allah nasip ederse bizim de olur. Ama… bir şey daha var.”
Ertesi gün, Mustafa, sabah kahvaltısı ardında, “Zeynep, giyin de bir yere götüreyim seni,” dedi.
Kamyonete bindiklerinde, Mustafa, köy yolundan değil, dağın etrafından dolanan, toprak, dar bir patikaya saptı. Yol, her metre ilerledikçe daha az bilinen bir hâl aldı. Çalıların, meşelerin arasına doğru kıvrılan bir patikadan geçtiler.
“Buralar… köyün yaylası değil,” dedi Zeynep, etrafa bakarak.
“Değil,” dedi Mustafa. “Biraz ötede… bir kulübe var. Yanık bir kulübe.”
Yanık bir kulübe.
Bu iki kelime, havada, dumanı hâlâ tüten bir ateş gibi asılı kaldı.
Beş dakika sonra, kamyonet bir yamacın kenarında durdu. Mustafa indi, Zeynep’e el uzattı. Hep birlikte yürümeye başladılar.
Çalıların arasından geçtiler. Rüzgâr, yanık kokusunu hâlâ taşıyor gibiydi. Sonunda, küçük bir düzlüğe çıktılar.
Düzlüğün ortasında, duvarlarının çoğu çökmüş, kapısı yanmış, çatısı göçmüş bir kulübenin iskeleti vardı. Çevresinde, bir zamanlar ev olmuş bir yerin kırık dökük izleri: devrilmiş bir tahta kapı, yarılmış bir soba, kömürleşmiş bir yatak iskeleti…
Zeynep’in boğazına bir yumruk oturdu. “Burada yangın mı oldu?” diye sordu.
“Oldu,” dedi Mustafa. Sesi alışmaya çalışırken bile hâlâ titriyordu. “İki yıl önce. Benim eski karımın amcasının evi. Yangın gece çıktı. Sobada köz kalmış, bacada kurum, damda kuru ot… Nasıl oldu, hâlâ tam bilinmez. Ama olan oldu.”
Zeynep, “Kimse zarar görmedi inşallah?” diye sordu. Yüreği, bu sorunun cevabını duymaktan korkarak.
“Büyükler…” dedi Mustafa. “Amcası Hacı İdris, karısı Fatma… Onlar içeride kaldı. Yetişememişler. Allah rahmet eylesin. Yangında öldüler.”
Zeynep, başını eğdi. “Allah rahmet eylesin.”
Mustafa, nefes aldı. Bu nefes, iki yıldır içine oturmuş bir taşın yerinden oynadığını gösteriyordu.
“Fakat… sekiz çocukları kaldı,” dedi. “Sekiz.”
Zeynep’in ayakları yerinden çivilenmiş gibi oldu. “Sekiz mi?”
“En büyüğü on beş, o zaman on üç’tü. En küçüğü daha iki yaşında,” dedi Mustafa. “O gece, benim karım Hatice ile birlikte buraya koştuk. Köyden kim varsa geldi. Ama alevler… Koca kulübe gitti. Çocukların bir kısmını biz dışarı çıkardık, bir kısmı kendileri kapı dibinden kaçmış.”
Mustafa, kulübenin çökmüş duvarına dokundu.
“Sonra ne oldu?” dedi Zeynep.
“Ne olacak,” dedi Mustafa. “Babaları da yoktu. İdris’in oğlu askerdi, dağda çatışmada şehit düşmüştü. Anası babası da yanınca, çocuklar ortada kaldı. Devlet, ‘Himaye ederiz,’ dedi. Ama bu dağ başında, köyün yolu bile doğru dürüst değil. Ben… ‘Evime getireyim,’ dedim. Ama o vakit evim zaten kalabalıktı. Hatice hasta… Gücüm yetmedi.”
Zeynep, Mustafa’nın sesinde taşıdığı suçluluğu duyuyordu.
“O zamandan beri,” dedi Mustafa, “onları oldubitti duruma getirmemeye çalışıyorum. Köylüler az çok bakıyor. Ben elimden geldiğince gidip bir şeyler götürüyorum. Ama… Zeynep…” Mustafa başını kaldırdı, onun gözlerine baktı. “Ben senden önce de bir evlilik teklifi yapmıştım. Rabbim eşimi aldı. Çocuk nasip etmedi. Bu sefer başka türlü nasip etti. Eğer sen istersen… bu sekiz çocuğa evimizde yer açmak istiyorum. Onlara sadece ‘yeğen’ değil, ‘evlat’ gibi bakmak. Ama bunu tek başıma yapamam. Senin rızan olmadan hiç yapamam.”
Zeynep, bir an nefes alamadı. Sekiz çocuğun yüzü, tanımadığı hâlde gözünün önünde belirdi. Yanmış kulübe… yetim kalmış bakışlar… açlık, korku, yalnızlık…
“Onlar şimdi neredeler?” diye sordu.
“İki tanesini dayılar almış,” dedi Mustafa. “Ama altısı… şu arkamızdaki dere kenarında bir barakada kalıyorlar. Kışın, yazın… Gidip görmeni istiyorum. Sonra ne dersen, ona razıyım.”
Zeynep’in gözleri doldu. Bu yolculukta, kendi hayatı için yeni bir sayfa açacağını sanmıştı. Şimdi, sayfa bir değil, sekiz yüzle açılıyordu.
“Görelim,” dedi sadece. “Çocukları görelim.”
Mustafa, derin bir şükürle “Allah razı olsun,” diye mırıldandı.
Beraber, dere kenarına doğru yürümeye başladılar.
.
News
Denizciler üsteki bir SEAL askerini soymaya çalıştılar; askerin savaşa hazır olduğundan habersizlerdi.
Denizciler üsteki bir SEAL askerini soymaya çalıştılar; askerin savaşa hazır olduğundan habersizlerdi.. . . “Denizciler Üstteki Bir SEAL Askerini…
“Yaklaşma.” Eğitim sırasında etrafını sardılar – Onun bir GROM dövüş şampiyonu olduğunu bilmiyorlardı
“Yaklaşma.” Eğitim sırasında etrafını sardılar – Onun bir GROM dövüş şampiyonu olduğunu bilmiyorlardı . Yaklaşma 1. Bölüm: Yeni Gelen Polonya’nın…
Bir Kovboyun Köpeği, Çölde Can Vermek Üzere Olan Çiftlik Kızını Buldu — Ve Kader Bütün Bozkırı Ateşe
Bir Kovboyun Köpeği, Çölde Can Vermek Üzere Olan Çiftlik Kızını Buldu — Ve Kader Bütün Bozkırı Ateşe . Bir Kovboyun…
Kapısına Gelen Aç Yabancıya Çorba Verdi — Adam Gerçek Kimliğini Açıklayınca…
Kapısına Gelen Aç Yabancıya Çorba Verdi — Adam Gerçek Kimliğini Açıklayınca… . . Kapısına Gelen Aç Yabancıya Çorba Verdi —…
MİLYONER ÇOCUK AİLESİYLE SEYAHAT EDİYORDU… KARDEŞİNİ IŞIKTA GÖRENE KADAR
MİLYONER ÇOCUK AİLESİYLE SEYAHAT EDİYORDU… KARDEŞİNİ IŞIKTA GÖRENE KADAR . . Milyoner Çocuk Ailesiyle Seyahat Ediyordu… Kardeşini Işıkta Görüne Kadar…
ÇİFTÇİ, HERKESİN REDDETTİĞİ KADINLA EVLENMEYE MECBUR KALDI. AMA O, HAYALİNDEKİ KADIN ÇIKTI
ÇİFTÇİ, HERKESİN REDDETTİĞİ KADINLA EVLENMEYE MECBUR KALDI. AMA O, HAYALİNDEKİ KADIN ÇIKTI . . ÇİFTÇİ, HERKESİN REDDETTİĞİ KADINLA EVLENMEYE MECBUR…
End of content
No more pages to load






