MİLYONER SEYAHATTEN ERKEN DÖNÜNCE, OĞLUNU KOMŞUDAN YEMEK DİLERKEN GÖRÜP PANİĞE KAPILDI

.
.

Milyoner Seyahatten Erken Dönünce, Oğlunu Komşudan Yemek Dilerken Görüp Paniğe Kapıldı

Milyoner doktor Barış Yalçınoğlu, Almanya’daki tıbbi konferanstan dönüş yolundayken İzmir Adnan Menderes Havalimanı’nın bekleme salonunda sabahın 3’ünde telefonun çalmasıyla derin düşüncelerinden sıyrıldı. Türkiye’nin önde gelen kalp cerrahlarından biri olarak, yorgunluk omuzlarına çökmüştü. Cep telefonuna uzandığında ekranda komşusu Nurten Hanım’ın ismi belirdi. Bu saatte araması hayra alamet değildi.

“Barış Bey, oğlunuz Umut kapımda bayıldı. Açlıktan bir deri bir kemik kalmış. Allah aşkına ne oluyor? Nerede bu çocuğun bakıcısı?” Nurten Hanım’ın titreyen telaşlı sesi, Barış’ın kalbinde bir korku dalgası yarattı. 6 yaşındaki oğlu Umut, açlıktan bayılmıştı. Nurten Hanım, oğlunun günlerdir sokakta dolaştığını ve yemek artıkları topladığını söylüyordu. Önce çocukça bir oyun sandığını ama şimdi çocuğun yırtık kıyafetler içinde solgun yüzüyle yerde yattığını anlatıyordu.

“Canan Hanım nerede? Ona ulaşabiliyor musunuz?” Barış, sesi buz kesmiş halde sordu. Canan, eşi Selin’in kanserden ölümünden sonra işe aldığı referansları mükemmel görünen bakıcıydı.

“Aradım ama açmıyor. Evinizden müzik sesleri geliyor. Işıklar yanıyor ama kimse kapıyı açmıyor.” dedi Nurten Hanım endişeyle. Barış, havalimanının kalabalığında dona kalırken, çevresi bulanıklaştı. Selin’in ölümünden sonra kendini işe vermişti. Ameliyatlar, konferanslar, yurt dışı seyahatleri hepsi oğlunun acısını görmemek içindi. Umut’u güvenilir ellerde bıraktığını düşünmüştü. Ama şimdi bilet satış noktasına koştu.

“Aciliyetim var! En erken uçuş ne zaman?” diye sordu nefes nefese. Görevli kadın ekranı kontrol etti. “Tüm uçuşlar dolu beyefendi. Yarın sabaha kadar olmaz.” Barış, insanların dönüp bakmasını aldırmadan haykırdı.

“Oğlum, hastaneye kaldırılmış olabilir. Anlamıyorsunuz. Bir yol bulmalıyım.” Canan’ı tekrar aradı. Telefonun diğer ucundan kahkahalar, müzik sesleri ve Canan’ın alaycı sesi duyuldu. “Ah, doktor bey, Umut mu? Uyuyor herhalde ya da yine dikkat çekmek için numara yapıyordur her zamanki gibi.” Barış’ın yüreği buz kesti. Oğlunu tanıyordu. Umut, annesinin ölümünden sonra içine kapanmıştı ama asla yalancı bir çocuk olmamıştı.

“Eğer oğluma bir şey olursa…” dedi sesi alçak ama tehditkar bir tonda, “Seni bulacağım Canan ve bu hayatta pişman olacağın her şeyi tek ödeteceğim.” Barış, son uçakta pencere kenarında oturmuş, İzmir’den Bursa’ya giden otobüsün camından boş gözlerle bakıyordu. Cebinden köşeleri aşınmış bir fotoğraf çıkardı. Selin’in hastane odasında çekilmiş son fotoğraflarından biriydi. Yanakları çökmüş, saçları dökülmüş olsa da gözlerindeki o ışık hala parlıyordu.

Barış, resmin arkasındaki notları okudu. “Umut’u yalnız bırakma. Acımızın ikinizi yok etmesine izin verme.” Gözlerini kapatıp son konuşmalarını hatırladı. Selin, kanserle mücadelesinin son günlerinde bile Umut’u düşünüyordu. “Ona hem anne hem baba olacaksın.” demişti titreyen sesiyle. “Kalbin kırık olsa bile onun için güçlü olmalısın.” Barış söz vermişti. Oğluna bakacak, onu koruyacak güvenli bir liman olacaktı ama sözünü tutamamıştı.

Selin’in cenazesinden sonra acı onu yutmuştu. Kendini hastanedeki uzun nöbetlere, konferanslara, seyahatlere gömmüştü. Evdeki her köşe, her eşya Selin’i hatırlatıyordu. O yokluğun acısıyla yaşayamıyordu. Umut, annesiz kalmış ve duygusal olarak babasından da uzaklaşmış Canan’ın ellerine teslim edilmişti. “Hepsini araştırdım Selin. Mükemmel göründü. Tüm referansları kusursuzdu.” diye mırıldandı fotoğrafa.

Canan’ın eski çalıştığı ailelerden aldığı telefon referansları etkileyiciydi. “Travma yaşamış çocukları anladığını, onları kendi evladı gibi sevdiğini söylemişti.” Barış, otobüs Balıkesir’den geçerken tekrar Canan’ı aradı. Telefon çalıyor, çalıyor ama cevap yoktu. Nihayet açtığında arka planda hala parti sesleri vardı. “Can Hanım!” dedi Barış sesindeki öfkeyi kontrol etmeye çalışarak. “Umut nerede şu an?” “Uyuyor tabii ki.” dedi kadın kayıtsızca. “Barış Bey, bu saatte aramanız doğru değil. Çocuğunuz iyi.”

Yalan. Her kelimesi yalandı. Barış telefonu kapatmamak için kendini zor tuttu. Bunun yerine sesi alçak ve tehditkar bir tona büründü. “Eve vardığımda oğlumu sağlıklı görmek için dua et.” Telefon kapandı ve Barış pencereden geçen ışıklara baktı. Göğsünde korku ve öfkenin karıştığı bir fırtına kopuyordu. İçinden bir ses, “Bütün bunlar senin hatan.” diye fısıldıyordu. Selin’in hayaleti karşısında oturmuş onu suçluyor gibiydi.

Barış gözlerini sıktı. Bursa’ya vardığında artık ağlamak, kendini suçlamak için vakit olmayacaktı. Sadece bir şey için zamanı olacaktı. Baba olmak için ve oğlunu kurtarmak için elinden gelen her şeyi yapacaktı. Otobüs gecenin karanlığında ilerlerken Barış’ın yüreğindeki karanlık daha da koyulaştı. Oğlu için ne bulacağını bilmiyordu ama bir şey kesindi. Umut’u geri alacaktı. Ne pahasına olursa olsun.

Taksi Bursa’nın yağmurlu sokaklarından geçerek Barış’ın Nilüfer semtindeki villasına yaklaştı. Şoför Barış’ın anlattıklarını duyunca yolu kısaltmak için ara sokaklardan gitmeyi teklif etmişti. Baba acısı evrenseldi. Şoför de iki çocuk babasıydı. Sabahın 5’inde yağmur altında taksiden inip bahçe kapısına yöneldi Barış. Cebinden anahtarları çıkarırken elleri titriyordu. Bahçe bakımsızdı. Normalde göz alabildiğine uzanan güller solmuş, çimler uzamıştı. Selin’in gururla baktığı bahçe artık bir mezbelelikti.

Eve girdiğinde midesi bulandı. Ağır bir koku, bayat yemek, sigara, alkol ve tanımlanamayan bir kir kokusu havada asılıydı. Salon darma dağındı. Kirli bardaklar, dolu küllükler, boş şişeler, halının üzerinde izmaritler, dökülen çerezler, kurumuş şarap lekeleri vardı. Barış’ın bir hafta önce bıraktığı ev bu değildi. “Umut!” diye seslendi telaşla merdivenlere yönelerek, “Oğlum neredesin?” Yukarıya çıktı. Umut’un odası boştu. Bir zamanlar tertemiz olan Umut’un sevdiği Galatasaray temalı yatak kullanılmamış gibiydi. Örtüler sararmış, lekelenmiş, keskin bir idrar kokusu odayı dolduruyordu.

Canan’ın odasına koştu. Kapı aralıktı. Kadın, partiden dönen biri gibi üstünü bile değiştirmeden yatağa yığılıp kalmıştı. Üzerinde abartılı bir makyaj, dağılmış saçlar ve açık saçık bir elbise vardı. Barış, onu sertçe sarstı. “Oğlum nerede?” diye hırladı. Gözlerinde vahşi bir bakış. Canan gözlerini zorlukla açtı. Sarhoştu. “Ne bağırıyorsun Barış Bey? Salonda televizyon izliyordur ya da çamaşırhanede.” Umursamaz bir el hareketiyle alt katı işaret etti. “Bazen orada uyuyor kabus gördüğünde.”

“Kabus gördüğünde çamaşırhanede mi uyutuluyor çocuk?” Barış’ın sesi titredi. “Ne biçim bakıcısın sen? Çok ağlıyor. Sürekli annesini sayıklıyor. Beni rahat bırakmıyor.” diye mırıldandı kadın. “Zaten işiniz gücünüz para kazanmak. Çocuğa kim bakacak diye düşünmüyorsunuz bile.” Barış cevap vermedi. Kadını odada bırakıp alt kata koştu. Çamaşırhaneye, mutfağın arkasındaki küçük odaya yöneldi. Kapıyı açtığında yerde gördüğü manzarayla dizlerinin bağı çözüldü. Umut, kirli bir şiltenin üzerinde büzülmüş yatıyordu. Üzerinde sadece ince bir tişört ve lekeli bir kül vardı. 6 yaşındaki oğlu bir deri bir kemik kalmıştı. Cildi griye çalan bir beyazlıktaydı.

Yanakları çökmüş, gözleri morarmıştı, titriyordu. Soğuk betonda çamaşır makinesinin yanında, deterjan kokularının içinde yatan oğlunu görünce, Barış’ın kalbi paramparça oldu. Umut, kapı açılınca gözlerini korkuyla kaldırdı. Babasını gördüğünde o solgun yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. “Baba!” diye fısıldadı çocuk. “Gerçekten sen misin yoksa yine hayal mi görüyorum?” Barış dizlerinin üzerine çöktü. Boğazında kocaman bir yumru oluşmuştu. Oğlunun kemiklerini küçük ellerine uzanırken gözyaşlarını tutamadı. “Benim oğlum.” dedi fısıltıyla. “Geldim ve bir daha asla gitmeyeceğim.”

Barış oğlunu kucağına aldı. Umut inanılmaz derecede hafifti. Sanki içi boşalmış bir oyuncak gibiydi. Çocuk babasının kollarında titrerken Barış onu göğsüne bastırdı. Sıcaklığını hissetmek, onun gerçek olduğundan emin olmak istiyordu. Umut’un bedeninin her detayı onu dehşete düşürüyordu. Sayılabilecek kaburgaları, çökmüş yanakları, feri sönmüş gözleri. “Ne yaptın sana böyle?” diye fısıldadı Barış oğlunun saçlarını okşarken. Umut babasının göğsüne sokuldu. Titrek sesiyle anlatmaya başladı. “Canan teyze bana dedi ki, ‘Sen artık gelmeyeceksin. Annem gibi gittin. Beni sevmiyormuşsun artık.’” Barış’ın yüreği buz kesti. Oğlunu nasıl böyle terk etmişti? Nasıl görmemişti?

“Bazen çok acıkıyordum baba.” diye devam etti Umut. “Ama buzdolabında bir şey yoktu. Canan teyze yemek yapmazdı. ‘Git kendi yemeğini bul.’ derdi. Nurten teyzeye gidip ekmek istedim. O da bana çorba verdi. Ama Canan teyze duyunca bana çok kızdı.” Barış yutkunamadı. Boğazındaki yumru giderek büyüyordu. “Geceleri çok korkuyordum.” dedi Umut. “Çamaşırhanede uyumamı söylüyordu çünkü altımı ıslatıyordum. Yatağa yaparsam beni sokağa atacağını söyledi. Anne gittiğinden beri çok kabus görüyorum.”

Barış gözyaşlarını gizlemeye çalıştı ama başaramadı. Umut, ilk kez babasının ağladığını gördü. Küçük kemikli eliyle babasının yüzüne dokundu. “Ağlama baba.” dedi Umut. “Ben iyiyim. Sen geldin ya artık her şey düzelir.” Barış, oğlunun bu olgunluğu karşısında daha da sarsıldı. Bir çocuğun kendi acısını bastırıp babasını teselli etmesi. Ne kadar ters, ne kadar acıydı. “Canan teyze artık bize bakmayacak değil mi?” diye sordu Umut. Sesinde belirgin bir korku vardı. Barış oğlunun yüzünü avuçlarının içine aldı. “Hayır oğlum asla. Bundan sonra sadece ben bakacağım sana. Hiç kimse hiçbir zaman seni incitemeyecek.”

Umut hafifçe gülümsedi. “Altımı ıslatsam bile mi seveceksin beni?” Barış kalbi parçalanarak cevap verdi. “Ne olursa olsun seni seveceğim. Altını ıslatman normal. Korkunca, üzülünce olabilir. Zamanla geçecek. Bunun için seni asla cezalandırmayacağım.” Çocuk biraz rahatlamış gibiydi. “Canan teyze diyor ki, ‘Ben çok yaramazım. Çok ağlıyormuşum. Çok gürültü yapıyormuşum. Gerçekten öyle miyim baba?’” Barış, oğlunu daha sıkı kucakladı. “Hayır, sen dünyanın en iyi çocuğusun. Annen seni çok severdi. Ben de seni çok seviyorum. Sen hiç yaramaz değilsin. Sadece üzgünsün ve bu normal.”

Umut’un gözleri yorgunlukla kapanıyordu. Barış onu kucağında taşıyıp yukarı çıkardı. Canan’ın odasının önünden geçerken kadın kapıya çıktı. “Nereye götürüyorsun çocuğu?” diye sordu hâlâ sarhoş. “Benim sorumluluğum da o.” Barış kendini zor tuttu. “Senin sorumluluk anlayışını görüyorum. Oğlumu hastaneye götürüyorum ve sen buradan bir adım bile atmayacaksın. Anladın mı? Hesaplaşmamız daha bitmedi.” Umut, babasının kollarında titredi. Barış onu sakinleştirmek için saçlarını okşadı. “Korkma oğlum.” dedi fısıltıyla. “Artık ben varım ve seni koruyacağım.”

Canan, Barış’ın arkasından sendeleyerek geldi. Üzerinde hâlâ dünkü parti kıyafetleri vardı. Yüzünde dağılmış makyajı, saçları dağınık, gözleri kızarmıştı. Umut’u babasının kollarında görünce yüzünü ekşitti. “Ne oldu şimdi?” dedi alaycı bir sesle. “Dramalar kraliçesi Umut. Yine mi sahneye çıktı? Hep böyle yapıyor ilgi çekmek için.” Barış, oğlunu kollarında daha sıkı tuttu. “Çocuğumu neden çamaşırhanede, beton zeminde yatırıyorsun? Altını ıslatıyor.” dedi Canan umursamaz bir tavırla. “Her gece çarşaf mı yıkayayım? Pratik bir çözüm buldum işte. Onun köşesi orası.”

Barış, Umut’u kucağında tutarak mutfağa yöneldi. Çocuğu beslemesi gerekiyordu. Hemen buzdolabını açtığında ikinci şok dalgasını yaşadı. İçeride sadece birkaç solmuş domates, açılmış ve kurumuş bir peynir parçası ve yarım şişe bayat süt vardı. “Oğluma yedirecek hiçbir şey yok mu bu evde?” diye sordu öfkeden titreyen bir sesle. “İş seyahatine çıkmadan önce market alışverişi yapmanız gerekirdi, doktor bey.” dedi Canan mutfak kapısında durarak. “Paranız bitti.”

“Ne demek para bitti?” Barış’ın sesi yükseldi. “Her ay hesabına 15.000 lira yatırıyorum. Sadece mutfak masrafları için. Nerede o para?” Canan omuz silkti. “Umut çok nazlı. Yemiyor. Verdiğim her şeyi kusuyordu. İyi yemeye para harcamaya değmez dedim.” Barış kanının tepesine çıktığını hissetti. Umut, kollarında kıpırdandı. “Baba acıktım.” diye fısıldadı. “Bir parça ekmek olsa yeter.” Barış gözleri buğulanarak dolaptan küflü ekmeği çıkardı. Küflü kısmını kesip attı. Geriye kalan küçük parçayı Umut’a uzattı. Çocuk o küçük ekmeği sanki dünyanın en değerli hazinesiymiş gibi tuttu. “Teşekkür ederim baba.” dedi. Gözleri parlayarak ilk ısırığını aldı. Yavaşça çiğnedi. Her anın tadını çıkarır gibi.

Canan manzaraya bakıp güldü. “Gördün mü? T bir şov. Evde yemek yokmuş gibi davranıyor. Oysa ne bulursa yiyor. Bodrum’dan konserveleri bile çalıp yedi.” Barış, Umut’u kucağında tutarak mutfağa yöneldi. “Oğlum Bodrum’daki konservelerden mi yedin?” Umut başını eğdi. “Evet baba. Çok açtım. Canan teyze market parası olmadığını söyledi. Ben de aşağıdaki kutuları buldum.” “Affedersin Barış.” Umut’un saçlarını okşadı. “Sorun değil oğlum. Acıktığında ne bulursan yiyebilirsin. Bu senin evin.” Sonra Canan’a döndü. “Hesabına yatırdığın parayla ne yaptın?” Canan kaçamak bakışlarla cevap verdi. “Mutfak masrafları, temizlik, alışveriş, yalan söyleme.” Barış’ın sesi mutfakta yankılandı. Umut korkuyla irkildi. Barış hemen sesini alçalttı. “Özür dilerim oğlum. Bağırmak istemedim.” Sonra tekrar Canan’a döndü. “Bütün o parayla ne yaptın? Ev perişan, çocuk aç, her yer pislik içinde.”

“Ben sadece bakıcıyım, hizmetçi değilim.” dedi Canan pişkince. “Çocuk bakmak için anlaştık. Ev temizliği için değil zaten o kadar para yetmiyor.” Barış daha fazla tartışmamaya karar verdi. Şu an önceliği Umut’tu. Canan ile hesaplaşma zamanı gelecekti. Buzdolabından bayat sütü alıp kontrol etti. Henüz bozulmamıştı. Umut’a biraz süt koydu. Çocuk sütü yavaşça içerken Barış, onun her hareketini izledi. O küçük bedende o kadar büyük bir açlık, o kadar derin bir acı vardı. “Hastaneye gitmemiz gerekiyor Umut.” dedi yumuşak bir sesle. “Seni doktorlara göstermeliyim.” Umut endişeyle baktı. “Orada iğne yaparlar mı?” “Belki ama ben hep yanında olacağım. Söz veriyorum.”

Barış, oğlunu kucağına aldı. Acilen Çekirge Devlet Hastanesi’ne götürmeye karar vermişti. Umut’un durumu her geçen dakika onu daha fazla endişelendiriyordu. Çocuğun cildi kuru, dudakları çatlamıştı. Vücut ağırlığı bir 6 yaş çocuğunun yarısı kadardı. Canan, koridorda belirdi. İlk kez rahatsız olmuş görünüyordu. “Hastaneye mi gidiyorsunuz?” diye sordu. Sesinde hafif bir panik vardı. “Gerek yok bence. Sadece biraz yorgun. Birkaç gün iyi beslensin düzelir.” Barış, kadına soğuk bir bakış attı. “Neden aniden bu kadar ilgilisin? Az önce dramalar kraliçesi dediğin çocuk için endişelenmeye mi başladın?” Hastanede güvenlik artırıldı.

Barış, Umut’un odasına döndüğünde oğlu uyanmış, pencereden dışarı bakıyordu. Baba dedi Umut cılız sesiyle. “Canan teyze bir daha gelmeyecek değil mi?” Barış, oğlunun yanına oturdu. “Hayır, bir daha asla. Kimse seni benden alamaz. Söz veriyorum.” Umut, hıçkırarak, “Baba, televizyon da Canan teyzeyi gördüm. Konuşuyordu. Benden bahsediyordu.” Barış şaşırdı. “Nasıl gördün oğlum?” “Hangi televizyon?” “Hemşire teyze haberleri açmıştı.” dedi Umut. “Canan teyze diyordu ki, ‘Barış Bey’in oğluna şifa vermeye çalıştım. Çocuk hasta, ilaçlarla zehirleniyor. Onu kurtarmak istedim.’”

Barış, öfkeyle doktor Emine’ye baktı. “Umut’un odasında nasıl böyle haberler açılır?” “Özür dilerim.” dedi doktor. “Hemşireyi uyaracağım. Bu tamamen uygunsuz.” Serdar ve Zeynep de odaya gelmişti. Serdar, Umut’a yaklaştı. “Merhaba Umut. Ben babanın arkadaşı Serdar. Bilmeni istiyorum ki o kadının söyledikleri yalan.” Umut’un gözlerinde korku belirdi. “O geri mi gelecek?” “Hayır, asla. Polis onu yakalayacak ve bir daha asla bize yaklaşamayacak.”

Barış, kararını verdi. “Serdar, sen ve Zeynep Hanım gidin. Ben Umut’la kalacağım. Polise tam yetki veriyorum. Ne gerekiyorsa yapsınlar. Canan’ın kaçmasına izin vermesinler.” Taksi Bursa’nın yağmurlu sokaklarından geçerek Barış’ın Nilüfer semtindeki villasına yaklaştı. Şoför Barış’ın anlattıklarını duyunca yolu kısaltmak için ara sokaklardan gitmeyi teklif etmişti. Baba acısı evrenseldi. Şoför de iki çocuk babasıydı.

Sabahın 5’inde yağmur altında taksiden inip bahçe kapısına yöneldi Barış. Cebinden anahtarları çıkarırken elleri titriyordu. Bahçe bakımsızdı. Normalde göz alabildiğine uzanan güller solmuş, çimler uzamıştı. Selin’in gururla baktığı bahçe artık bir mezbelelikti. Eve girdiğinde midesi bulandı. Ağır bir koku, bayat yemek, sigara, alkol ve tanımlanamayan bir kir kokusu havada asılıydı. Salon darma dağındı. Kirli bardaklar, dolu küllükler, boş şişeler, halının üzerinde izmaritler, dökülen çerezler, kurumuş şarap lekeleri vardı. Barış’ın bir hafta önce bıraktığı ev bu değildi.

“Umut!” diye seslendi telaşla merdivenlere yönelerek, “Oğlum neredesin?” Yukarıya çıktı. Umut’un odası boştu. Bir zamanlar tertemiz olan Umut’un sevdiği Galatasaray temalı yatak kullanılmamış gibiydi. Örtüler sararmış, lekelenmiş, keskin bir idrar kokusu odayı dolduruyordu. Canan’ın odasına koştu. Kapı aralıktı. Kadın, partiden dönen biri gibi üstünü bile değiştirmeden yatağa yığılıp kalmıştı. Üzerinde abartılı bir makyaj, dağılmış saçlar ve açık saçık bir elbise vardı. Barış, onu sertçe sarstı. “Oğlum nerede?” diye hırladı. Gözlerinde vahşi bir bakış. Canan gözlerini zorlukla açtı. Sarhoştu. “Ne bağırıyorsun Barış Bey? Salonda televizyon izliyordur ya da çamaşırhanede.” Umursamaz bir el hareketiyle alt katı işaret etti. “Bazen orada uyuyor kabus gördüğünde.”

“Kabus gördüğünde çamaşırhanede mi uyutuluyor çocuk?” Barış’ın sesi titredi. “Ne biçim bakıcısın sen? Çok ağlıyor. Sürekli annesini sayıklıyor. Beni rahat bırakmıyor.” diye mırıldandı kadın. “Zaten işiniz gücünüz para kazanmak. Çocuğa kim bakacak diye düşünmüyorsunuz bile.” Barış cevap vermedi. Kadını odada bırakıp alt kata koştu. Çamaşırhaneye, mutfağın arkasındaki küçük odaya yöneldi. Kapıyı açtığında yerde gördüğü manzarayla dizlerinin bağı çözüldü. Umut, kirli bir şiltenin üzerinde büzülmüş yatıyordu. Üzerinde sadece ince bir tişört ve lekeli bir kül vardı. 6 yaşındaki oğlu bir deri bir kemik kalmıştı. Cildi griye çalan bir beyazlıktaydı.

Yanakları çökmüş, gözleri morarmıştı, titriyordu. Soğuk betonda çamaşır makinesinin yanında, deterjan kokularının içinde yatan oğlunu görünce, Barış’ın kalbi paramparça oldu. Umut, kapı açılınca gözlerini korkuyla kaldırdı. Babasını gördüğünde o solgun yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. “Baba!” diye fısıldadı çocuk. “Gerçekten sen misin yoksa yine hayal mi görüyorum?” Barış dizlerinin üzerine çöktü. Boğazında kocaman bir yumru oluşmuştu. Oğlunun kemiklerini küçük ellerine uzanırken gözyaşlarını tutamadı. “Benim oğlum.” dedi fısıltıyla. “Geldim ve bir daha asla gitmeyeceğim.”

Barış oğlunu kucağına aldı. Umut inanılmaz derecede hafifti. Sanki içi boşalmış bir oyuncak gibiydi. Çocuk babasının kollarında titrerken Barış onu göğsüne bastırdı. Sıcaklığını hissetmek, onun gerçek olduğundan emin olmak istiyordu. Umut’un bedeninin her detayı onu dehşete düşürüyordu. Sayılabilecek kaburgaları, çökmüş yanakları, feri sönmüş gözleri. “Ne yaptın sana böyle?” diye fısıldadı Barış oğlunun saçlarını okşarken. Umut babasının göğsüne sokuldu. Titrek sesiyle anlatmaya başladı. “Canan teyze bana dedi ki, ‘Sen artık gelmeyeceksin. Annem gibi gittin. Beni sevmiyormuşsun artık.’” Barış’ın yüreği buz kesti. Oğlunu nasıl böyle terk etmişti? Nasıl görmemişti?

“Bazen çok acıkıyordum baba.” diye devam etti Umut. “Ama buzdolabında bir şey yoktu. Canan teyze yemek yapmazdı. ‘Git kendi yemeğini bul.’ derdi. Nurten teyzeye gidip ekmek istedim. O da bana çorba verdi. Ama Canan teyze duyunca bana çok kızdı.” Barış yutkunamadı. Boğazındaki yumru giderek büyüyordu. “Geceleri çok korkuyordum.” dedi Umut. “Çamaşırhanede uyumamı söylüyordu çünkü altımı ıslatıyordum. Yatağa yaparsam beni sokağa atacağını söyledi. Anne gittiğinden beri çok kabus görüyorum.”

Barış gözyaşlarını gizlemeye çalıştı ama başaramadı. Umut, ilk kez babasının ağladığını gördü. Küçük kemikli eliyle babasının yüzüne dokundu. “Ağlama baba.” dedi Umut. “Ben iyiyim. Sen geldin ya artık her şey düzelir.” Barış, oğlunun bu olgunluğu karşısında daha da sarsıldı. Bir çocuğun kendi acısını bastırıp babasını teselli etmesi. Ne kadar ters, ne kadar acıydı. “Canan teyze artık bize bakmayacak değil mi?” diye sordu Umut. Sesinde belirgin bir korku vardı. Barış, oğlunun yüzünü avuçlarının içine aldı. “Hayır oğlum asla. Bundan sonra sadece ben bakacağım sana. Hiç kimse hiçbir zaman seni incitemeyecek.”

Umut hafifçe gülümsedi. “Altımı ıslatsam bile mi seveceksin beni?” Barış, kalbi parçalanarak cevap verdi. “Ne olursa olsun seni seveceğim. Altını ıslatman normal. Korkunca, üzülünce olabilir. Zamanla geçecek. Bunun için seni asla cezalandırmayacağım.” Çocuk biraz rahatlamış gibiydi. “Canan teyze diyor ki, ‘Ben çok yaramazım. Çok ağlıyormuşum. Çok gürültü yapıyormuşum. Gerçekten öyle miyim baba?’” Barış, oğlunu daha sıkı kucakladı. “Hayır, sen dünyanın en iyi çocuğusun. Annen seni çok severdi. Ben de seni çok seviyorum. Sen hiç yaramaz değilsin. Sadece üzgünsün ve bu normal.”

Umut’un gözleri yorgunlukla kapanıyordu. Barış onu kucağında taşıyıp yukarı çıkardı. Canan’ın odasının önünden geçerken kadın kapıya çıktı. “Nereye götürüyorsun çocuğu?” diye sordu hâlâ sarhoş. “Benim sorumluluğum da o.” Barış kendini zor tuttu. “Senin sorumluluk anlayışını görüyorum. Oğlumu hastaneye götürüyorum ve sen buradan bir adım bile atmayacaksın. Anladın mı? Hesaplaşmamız daha bitmedi.” Umut, babasının kollarında titredi. Barış onu sakinleştirmek için saçlarını okşadı. “Korkma oğlum.” dedi fısıltıyla. “Artık ben varım ve seni koruyacağım.”

Canan, Barış’ın arkasından sendeleyerek geldi. Üzerinde hâlâ dünkü parti kıyafetleri vardı. Yüzünde dağılmış makyajı, saçları dağınık, gözleri kızarmıştı. Umut’u babasının kollarında görünce yüzünü ekşitti. “Ne oldu şimdi?” dedi alaycı bir sesle. “Dramalar kraliçesi Umut. Yine mi sahneye çıktı? Hep böyle yapıyor ilgi çekmek için.” Barış, oğlunu kollarında daha sıkı tuttu. “Çocuğumu neden çamaşırhanede, beton zeminde yatırıyorsun? Altını ıslatıyor.” dedi Canan umursamaz bir tavırla. “Her gece çarşaf mı yıkayayım? Pratik bir çözüm buldum işte. Onun köşesi orası.”

Barış, Umut’u kucağında tutarak mutfağa yöneldi. Çocuğu beslemesi gerekiyordu. Hemen buzdolabını açtığında ikinci şok dalgasını yaşadı. İçeride sadece birkaç solmuş domates, açılmış ve kurumuş bir peynir parçası ve yarım şişe bayat süt vardı. “Oğluma yedirecek hiçbir şey yok mu bu evde?” diye sordu öfkeden titreyen bir sesle. “İş seyahatine çıkmadan önce market alışverişi yapmanız gerekirdi, doktor bey.” dedi Canan mutfak kapısında durarak. “Paranız bitti.”

“Ne demek para bitti?” Barış’ın sesi yükseldi. “Her ay hesabına 15.000 lira yatırıyorum. Sadece mutfak masrafları için. Nerede o para?” Canan omuz silkti. “Umut çok nazlı. Yemiyor. Verdiğim her şeyi kusuyordu. İyi yemeye para harcamaya değmez dedim.” Barış kanının tepesine çıktığını hissetti. Umut, kollarında kıpırdandı. “Baba acıktım.” diye fısıldadı. “Bir parça ekmek olsa yeter.” Barış gözleri buğulanarak dolaptan küflü ekmeği çıkardı. Küflü kısmını kesip attı. Geriye kalan küçük parçayı Umut’a uzattı. Çocuk o küçük ekmeği sanki dünyanın en değerli hazinesiymiş gibi tuttu. “Teşekkür ederim baba.” dedi. Gözleri parlayarak ilk ısırığını aldı. Yavaşça çiğnedi. Her anın tadını çıkarır gibi.

Canan manzaraya bakıp güldü. “Gördün mü? T bir şov. Evde yemek yokmuş gibi davranıyor. Oysa ne bulursa yiyor. Bodrum’dan konserveleri bile çalıp yedi.” Barış, Umut’u kucağında tutarak mutfağa yöneldi. “Oğlum Bodrum’daki konservelerden mi yedin?” Umut başını eğdi. **“Evet baba. Çok açtım. Canan teyze market parası olmadığını söyledi. Ben de

.