“¡SEN YAKARSAN FERRARİMİ VERİYORUM!” MİLYONER AÇ ADAMI AŞAĞILADI VE SON ONLARI SUSTURDU
.
.
Ferrari’yi Çalıştırırsan Veriyorum!
İstanbul Boğazı’nın büyüleyici manzarası karşısında, Çırağan Palace Oteli’nin muhteşem salonunda düzenlenen yıllık hayırseverlik galası, şehrin en seçkin isimlerini bir araya getiriyordu. Kristal avizeler altında parıldayan elmas kolyeler, ipek kravatlar ve el yapımı İtalyan ayakkabılar, bu gecenin ne kadar özel olduğunu gösteriyordu. Salon kapısından içeri giren misafirler, Osmanlı zarafetinin modern lüksle buluştuğu bu eşsiz atmosferde İstanbul’un en zengin ve etkili ailelerinin temsilcileriydi. Kadınlar, Vakko ve Beyman’ın en yeni koleksiyonlarını giymiş, erkekler ise sarar ve kiton takım elbiseleriyle gecenin ruhuna uygun şekilde giyinmişlerdi. Hava hafif bir deniz kokusu taşıyor, boğazdan gelen esinti açık balkonlarda duran misafirlerin yüzlerini okşuyordu.
Tam saat 21:00’de salon kapısının önünde oluşan kalabalık aniden sessizleşti. Valet parkından gelen motor sesi, gecenin en büyüleyici anlarından birini haber veriyordu. Kırmızı Ferrari LaFerrari, sanki bir ateş topu gibi otelin girişine yaklaştı ve kapıcıların önünde durdu. Arabanın kapısı açıldığında, Kemal Erdoğan çıktı. 45 yaşındaki bu adam, Erdoğan İnşaat ve Gayrimenkul’ün imparatorunu kurmuş, İstanbul’un dört bir yanında yükselen gökdelenlerin ardındaki isimdi. Armani takım elbisesi vücuduna mükemmel oturmuş, Patek Philippe saati bileklerinde parıldıyordu. Saçları özenle taranmış, yüzünde kendinden emin bir gülümseme vardı.
Kemal, Ferrari’nin anahtarlarını parmağında döndürürken çevresindeki hayranlık dolu bakışları fark etmekten zevk alıyordu. Bu araç, sadece bir ulaşım aracı değil, aynı zamanda onun başarısının, gücünün ve toplumsal statüsünün en büyük sembolüydü. Salona girdiğinde misafirler onu sanki bir film yıldızı gibi karşıladı. Sabancı ailesi temsilcileri, Coç Holding’in üst düzey yöneticileri, ünlü sanatçılar ve TV prodüktörleri, hepsi Kemal’i çevreledi. Elindeki Waterford kristal bardakta dönen viski, gecenin ruhunu yansıtıyordu.
Konuşmalar, son tatil deneyimlerinden, yeni yat satın almalarından, Dubai’deki emlak yatırımlarından ve çocuklarının İsviçre’deki okul hayatlarından geçiyordu. Kemal, bu sohbetlerin ortasında kendi başarı hikayesini anlatmaktan büyük keyif alıyordu. Nasıl Anadolu’nun küçük bir kasabasından çıkıp İstanbul’un en büyük inşaat krallarından biri haline geldiğini her fırsatta vurguluyordu. Ancak onun anlatımında bu yolculuk, sadece kendi zekası ve kararlılığıyla mümkün olmuş gibi görünüyordu. Sanki hiç kimsenin yardımını almamış, hiçbir zorluğu yaşamamış gibiydi.
Gecenin ilerleyen saatlerinde, açık büfede sunulan nefis yemekler misafirlerin ilgisini çekiyordu. Ünlü şef Mehmet Gürs’ün özel menüsü, Osmanlı mutfağının lezzetlerini modern gastronomiyle buluştururken, misafirler bu benzersiz tatları deneyimlemekten büyük zevk alıyordu. Kemal, elindeki tabakta kuzu tandır ve safran pilavı varken arkadaşlarına son iş projelerini anlatıyordu. Aslında inşa ettiği gökdelen projesinin nasıl rekor fiyatlarla satıldığını, Bodrum’daki marina projesinin uluslararası yatırımcıları nasıl cezbettiğini anlatırken gözlerinde gurur ışıltıları vardı. Yanındaki iş arkadaşları, her sözünü onaylayarak Kemal’in egosunu beslemekte ustalaşmışlardı. Bu atmosferde Kemal, kendini dünyanın efendisi gibi hissediyordu.
Tam bu sırada salonun kenarında bekleyen yaşlı bir adam gözüne takıldı. Mehmet Dede, 70 yaşlarında, saçları beyazlaşmış, yüzü kırışıklarla dolu ama gözlerinde hala bir parıltı barındıran bir adamdı. Eski ve yıpranmış kıyafetleri, buradaki görkemli kıyafetlerle tezat oluşturuyordu. Elinde küçük bir bez torba, ayaklarında eskimiş ayakkabılar vardı. Mehmet Dede’nin bu gece burada bulunma sebebi basitti; temizlik personeli olarak çalışan kızı Ayşe’yi almak için gelmişti. Ancak yanlış saatte gelmişti. Gala henüz devam ettiği için beklemeye karar vermişti. Salonda duran masaların arasında dikkat çekmemeye çalışarak sessizce bekliyordu. Ama onun varlığı, Kemal’in gözünden kaçmamıştı.
Kemal, arkadaşlarına dönerek, “Bakın şu adama,” dedi ve Mehmet Dede’yi işaret etti. “Burada ne işi var böyle birinin? Bu gala sadece davetli misafirler için.” Sesi, tüm kalabalığın duyabileceği kadar yüksekti. Çevresindeki insanlar Kemal’in nereye baktığını görmek için başlarını çevirdiler. Mehmet Dede üzerindeki bakışları hissetti ama sakin bir şekilde yerinde durmaya devam etti. Kemal, bu durumu bir eğlence fırsatı olarak gördü ve arkadaşlarına, “Size bir şey söyleyeyim mi? Böyle insanlar hiçbir zaman gerçek lüksü anlayamaz,” diye ekledi. Gülüşmeler, kıkırdamalar ve meraklı bakışlar salonun o köşesinde yoğunlaşmaya başladı.
Ferrari anahtarlarını çıkarıp havada sallarken Kemal’in sesi daha da yükseldi. “Bu anahtarlar görüyor musunuz? Bu Ferrari LaFerrari’nin anahtarları. Değeri 3 milyon lira. Ve ben bu arabayı çalıştırabilene vereceğim.” Bu sözler, salondaki müziği bile bastıracak kadar gür çıkmıştı. Tüm misafirler ne olup bittiğini anlamak için o tarafa döndüler. Kemal, gösterdiği performanstan büyük zevk alıyordu. Ama tabii ki, “Buradaki herkes bu arabayı çalıştırabilir. Çünkü hepimiz eğitimli, başarılı insanlarız. Ama şu köşedeki bey,” dedi ve Mehmet Dede’yi işaret etti. “Onun bu arabayı çalıştırabileceğini düşünüyor musunuz?” Kalabalık arasından gülüşmeler yükseldi. Bazıları, “İmkansız. Nasıl çalıştırsın? Ferrari mi tanır o?” gibi yorumlar yapıyordu.
Kemal, bu tepkilerden aldığı güçle devam etti. “İşte bu yüzden bu challenge’ı herkesin önünde yapıyorum. Kim bu Ferrari’yi çalıştırabilirse araba onun. Ama eğer çalıştıramazsa…” duraksadı ve gülümsedi. “O zaman da herkes görmüş olacak ki lüks ve kalite sadece bizim gibi başarılı insanların anlayabileceği şeyler.” Mehmet Dede, tüm bu sözleri sessizce dinlemişti. Gözlerinde ne öfke ne de utanç vardı. Sadece derin bir sakinlik.
Yavaş adımlarla Kemal’in yanına yaklaştı. “Oğlum,” dedi, sesi alçak ama net çıkıyordu. “Bu teklifi kabul ediyorum.” Bu sözler salonun atmosferini tamamen değiştirdi. Kimse böyle bir cevap beklemiyordu. Kemal bir an şaşkınlığa düştü ama hemen toparlandı. “Gerçekten mi?” diye sordu. Sesinde alaycı bir ton vardı. “Peki o zaman dışarı çıkalım ve görelim bakalım neler yapabileceksin.” Mehmet Dede başını hafifçe salladı. İçinde geçmişten gelen anılar canlanmaya başlamıştı. 1970’lerde genç bir adam olarak Almanya’da çalıştığı günler, Mercedes-Benz fabrikasında geçirdiği yıllar, motor ustası olarak öğrendiği her şey şimdi ona güç veriyordu.
Kalabalık merakla dışarıya doğru hareket etmeye başladı. Herkes bu olağanüstü anı görmek istiyordu. Cep telefonları çıkarıldı. Videolar çekilmeye başlandı. Sosyal medya hesaplarından canlı yayınlar açıldı. “Ferrari Challenge Çırağan Palace” hashtag’i henüz olaylar yaşanırken bile trend olmaya başlamıştı. Kemal, bu ilgiden büyük memnuniyet duyuyordu. Kendisi için mükemmel bir tanıtım fırsatı olacağını düşünüyordu. Mehmet Dede ise tüm bu kargaşanın ortasında sadece kendi iç sesini dinlemeye odaklanmıştı.
Otelin bahçesine çıkan kalabalık, boğazın muhteşem manzarası karşısında dizilmişti. Kırmızı Ferrari LaFerrari, valet park alanında ışıklar altında adeta bir sanat eseri gibi parıldıyordu. Kemal Erdoğan, anahtarları havada sallarken çevresindeki misafirlerin hayran bakışlarından zevk alıyordu. Mehmet Dede, arabaya yaklaşırken içinde geçmişin anıları canlanmaya başlamıştı. 1975 yılında, henüz 25 yaşındayken bavulunda sadece bir değişim çamaşırı ve annesinin yaptığı böreklerle Almanya’ya gittiği o günleri hatırlıyordu.
Stuttgart’ta Mercedes-Benz fabrikasında işe başladığında Almancası zayıf, elleri nasırlı genç bir Türk işçisiydi. Ama motora olan tutkusu, dillerin engeline rağmen kendisini göstermişti. O dönemde fabrikada çalışan diğer Türk işçilerle birlikte Gasthouse Zursonne adlı küçük bir Türk lokantasında akşam yemeklerini yerlerdi. Sahibi Ahmet Abi, Konya’dan göçmüş içi sıcak bir adamdı. Her akşam ev yapımı mantı ve mercimek çorbası ikram ederdi. Mehmet Dede, o yemeklerin tadını hala damağında hissedebiliyordu. Ahmet Abi’nin sürekli söylediği bir söz vardı: “Oğlum Mehmet, sen sadece işçi değilsin. Sen bir sanatçısın. Ellerinde altın var.” Bu sözler, genç Mehmet’in özgüvenini artırmış, daha çok çalışmasına ilham vermişti.
Gecenin geç saatlerinde diğer işçiler dinlenirken o fabrikadaki atölyede kalmış, motorların her detayını incelemiş, nasıl çalıştıklarını öğrenmeye çalışmıştı. Alman ustalar başta onu küçümsemişlerdi. Hans Müller, baş teknisyen, Mehmet’e sürekli basit işler verirdi ama zamanla Mehmet’in motor seslerini dinleyerek arızaları tespit etme yeteneğini fark etmişti. Bir gün fabrikada üretilen Mercedes 450 SL modellerinden birinde mühendislerin bile çözemediği bir sorun vardı. Motor çalışıyor ama performansı düşüktü. Haftalarca uğraştılar ama çözüm bulamadılar. Mehmet izin alarak o arabanın başında saatlerce durmuş, motor sesini dinlemişti. Sonunda yakıt enjeksiyon sistemindeki küçük bir arızayı tespit etmiş ve sorunu çözmüştü.
O gün Hans Müller ona omzuna vurmuş ve “Du bist Künstler Mehmet,” demişti. “Sen bir sanatçısın Mehmet.” Yıllar geçmiş, Mehmet’in ünü fabrikada yayılmıştı. Sadece Mercedes değil, BMW, Porsche hatta İtalyan Ferrarilerini bile tamir edebilen nadir teknisyenlerden biri olmuştu. 1982 yılında Ferrari’nin Stuttgart’taki servis merkezinde özel proje danışmanı olarak çalışma teklifi almıştı. O dönemde Ferrari Testarossa ve 308 GTS modelleri piyasaya yeni çıkmıştı. İtalyan mühendislerle çalışmış, bu araçların en ince detaylarını öğrenmişti. Enzo Ferrari’nin mühendislik felsefesini, İtalyan motor tutkusunu içselleştirmişti. Her Ferrari’nin kendine özgü karakteri olduğunu, tıpkı insanlar gibi her birinin farklı bir ruhunun bulunduğunu öğrenmişti.
Ama 1985 yılında babası hastalanmış ve Mehmet Türkiye’ye dönmek zorunda kalmıştı. İstanbul’da Mecidiyeköy’de küçük bir oto tamirhanesi açmıştı. “Mehmet Usta Oto Tamiri” tabelası, yıllar boyunca mahallenin en güvenilir adresi olmuştu. Lüks araç sahipleri, Alman teknisyen bilgisini duyunca araçlarını ona getirirlerdi. Ama zamanla ekonomik zorluklar artmış, büyük servis istasyonları açılmış, küçük tamirhaneler rağbet görmez olmuştu. 2010 yılında tamirhanesini kapatmak zorunda kalmış, emekli maaşıyla geçinmeye başlamıştı. Ancak elleri, kafası, hafızası hala o eski günlerdeki bilgileri saklıyordu.
Şimdi bu Ferrari LaFerrari’nin karşısında dururken, o eski günlerin tüm bilgileri zihninde canlanıyordu. Bu model, Ferrari’nin hibrit teknolojisi ile ürettiği en gelişmiş arabalarından biriydi. 2013 yılında piyasaya çıkmıştı. Sadece 490 adet üretilmişti. Toplam 3 litrelik V12 motor ve elektrik motorunun kombinasyonu, toplam 900 beygir güç üretiyordu. Ama Mehmet, bu arabanın sadece teknik özelliklerini bilmiyordu. Aynı zamanda bu tür hibrit sistemlerin yaygın arızalarını da bütün deneyimlerinden çıkarabiliyordu.
Kemal, kalabalığın ortasında durmuş büyük bir gösterişle konuşuyordu. “Bu Ferrari’yi çalıştırmak sadece anahtarı çevirmek değil. Bu araba, son teknoloji güvenlik sistemi ile donatılmış. Akıllı anahtar sistemi, parmak izi tanıma, ses komut sistemi, her şey var. Böyle bir teknolojik harikayı kullanabilmek için en az üniversite mühendislik eğitimi gerekir.” Gülümseyerek Mehmet Dede’ye baktı. “Hadi bakalım usta, görelim ne yapabileceksin.”
Mehmet Dede, sakin adımlarla arabaya yaklaştı. Etrafındaki kalabalık nefeslerini tutmuş bekliyordu. Cep telefonları video çekiyor, canlı yayınlar devam ediyordu. Instagram storylerinde “Ferrari Challenge Çırağan Palace” yazıları belirmeye başlamıştı. Mehmet Dede, önce arabanın etrafında yavaşça dolandı. Gözleri her detayı inceliyordu. Lastiklerin durumu, egzoz çıkışının rengi, kaportadaki en küçük çizikler… Elleriyle arabanın yüzeyine hafifçe dokundu. Metal gövdenin titreşimini hissetti. Sonra kulak kabartarak motor bölümünün yakınında durdu. Kemal, “Ne dinliyorsun? Araba çalışmıyor bile,” diye alay etti.
Mehmet Dede, Kemal’e dönerek, “Oğlum, her araba çalışmasa bile sesini çıkarır. Tıpkı insanlar gibi, sessizliklerinde bile hikayelerini anlatırlar,” dedi. Bu söz, kalabalık arasında hafif bir kıkırdamaya neden oldu. Bazıları, “Felsefe yapıyor,” diye fısıldaştı. Mehmet Dede, arabanın kapısına yaklaştı. Modern Ferrarilerin kapı açma sistemini biliyordu. Akıllı anahtar sistemi, anahtarın arabanın yakınında olması durumunda kapıyı açmaya izin verirdi.
Kemal, anahtarları elinde tutarak, “Hadi bakalım, önce arabaya girebilecek misin?” diye meydan okudu. Mehmet Dede kapı koluna dokundu ama kapı açılmadı. Kemal, zafer kazanmış gibi güldü. “İşte daha arabaya giremedi bile.” Ama Mehmet Dede gülümsedi. “Oğlum, sabır. Her iş vaktinde olur.” Gözlerini kapadı ve derin bir nefes aldı. Sonra arabanın elektronik sistemini dinlemeye başladı. Çok hafif bir vızıltı sesi vardı. Normal şartlarda kimsenin fark edemeyeceği kadar zayıf. Bu ses, aküde bir sorun olduğunu gösteriyordu. Hibrit sistemlerin en yaygın problemi, ana akü ile yardımcı akü arasındaki bağlantı sorunuydu.
Bu arabada küçük bir sorun var, dedi Mehmet Dede. Kemal ve kalabalık şaşırdı. “Ne sorunu?” diye sordu Kemal, sesinde ilk kez endişe vardı. “Akü sistemi hibrit araçlarda yaygın bir problem. Ana güç kaynağı ile elektronik kontrol ünitesi arasındaki bağlantıda ufak bir kesinti var. O yüzden akıllı anahtar sistemi düzgün çalışmıyor.” Kemal’in yüzü değişmeye başladı. “Sen ne bileceksin teknolojiden? Bu araba dün servisden çıktı,” diye bağırdı. Ama Mehmet Dede, sakinliğini korudu.
“Oğlum, servis her zaman her şeyi göremez. Özellikle elektronikte, intermittent arızalar vardır. Ara sıra ortaya çıkarlar.” Bu sırada kalabalığın arasından bir ses yükseldi. “Hadi be amca, boş yapma. Ferrari’yi sen mi bileceksin?” Başka bir ses ekledi, “Bu yaşta Ferrari teknolojisi mi öğreneceksin?” Gülüşmeler ve alay eden sesler artıyordu. Ama Mehmet Dede, bu sesleri aldırmadan arabanın motor kaputuna yöneldi. “Dur bakalım,” diye bağırdı Kemal. “Motor kaputunu açmak yok. Bu araba 3 milyon lira değerinde, içindeki her parça altın değerinde.”
Mehmet Dede durdu ve Kemal’e baktı. “Oğlum, eğer bu arabayı çalıştırmamı istiyorsan önce neyin bozuk olduğunu bulmam lazım. Motor kaputunu açmadan sadece tahminle çalışmak olmaz.” Kalabalık arasında tartışmalar başladı. Kimisi, “Bırak açsın, görelim ne yapacak,” derken kimisi, “Riske atmayın, arabayı,” diyordu. Kemal ikilemde kalmıştı. Eğer motor kaputunu açmaya izin vermezse challenge iptal olacak ve kendisi çok fena durumda kalacaktı. Ama izin verirse yaşlı adamın arabaya zarar verme riski vardı. Sonunda egosu kazandı. “Tamam, aç. Ama eğer arabaya en küçük bir zarar verirsen bedelini ödersin,” dedi Kemal.
Mehmet Dede başını salladı. “Oğlum, merak etme, ben bu işi 40 yıl yaptım. Hiçbir arabaya zarar vermedim.” Motor kaputu açıldığında kalabalık büyülenmişçesine içeriye baktı. Ferrari LaFerrari’nin motor bölümü gerçekten de bir teknoloji harikasıydı. V12 motor, elektrik motorları, karmaşık kablolar ve elektronik üniteler adeta bir sanat eseri gibiydi. Mehmet Dede bu manzarayı görünce gözlerinde o eski parıltı belirdi. Elleri titremeye başladı ama heyecandan, korkudan değil. Mehmet Dede’nin elleri, Ferrari’nin motor bölümündeki karmaşık sistemler arasında sanki evinde geziniyormuş gibi hareket etmeye başladı. 40 yıllık tecrübesi gözlerinin göremediği yerlerde bile ellerinin hissettiği titreşimlerden sorunun kaynağını bulmaya yetiyordu.
V12 motorun üzerindeki elektroniği kontrol ederken, 1983 yılında Ferrari Testarossa’nın ilk prototiplerini incelediği günleri hatırladı. O zamanlar Stuttgart’ta İtalyan mühendis Giorgio Bianke ile birlikte çalışmış, ondan Ferrari’nin ruhunu öğrenmişti. Giorgio’nun her zaman söylediği bir söz vardı: “Mehmet, Ferrari sadece bir araba değil. O bir tutkudur, bir sanattır. Sen onunla konuşmalısın. O da seninle konuşacaktır.” Kalabalığın arasında fısıltılar yayılmaya başlamıştı. Kemal’in arkadaşlarından biri, “Bu adam gerçekten de bir şeyler biliyor gibi,” diye mırıldandı. Diğeri, “İmkansız. Bu yaşlı amca ne bilecek Ferrari’den?” şeklinde karşılık verdi.
Ama Mehmet Dede’nin motor üzerindeki hareketleri rastgele dokunuşlar değildi. Her eli belirli bir amaca yönelik olarak hareket ediyordu. Önce hibrit sistemin ana kontrol ünitesini buldu. Sonra elektrik akımının dağıtım noktalarını kontrol etti. Parmakları kabloların bağlantı yerlerini hissederken yılların verdiği deneyimle hangi bağlantının gevşek olduğunu tespit ediyordu. Kemal durumu kontrol altında tutmaya çalışırken, “Hadi bakalım usta, ne kadar sürecek bu muayene?” diye sordu. Sesinde artan bir endişe vardı. Mehmet Dede başını kaldırmadan, “Sabır oğlum, acele işe şeytan karışır,” dedi. Bu söz, büyükannelerinden dinlediği Türk atasözlerindendi.
Kalabalığın arasından yaşlı bir kadın, “Doğru söylüyor, gençler çok acele ediyor,” diye mırıldandı. Mehmet Dede, kablonun bükülme noktasını çok nazikçe düzeltti. Hareket o kadar ince ve ustacaydı ki kalabalık nefesini tutarak izliyordu. Bu sırada videolarda bu anları kaydeden kişiler için bir mesajımız var. Bu muhteşem hikayenin devamını kaçırmamak için videoya beğeni atmayı, kanalımıza abone olmayı ve zil simgesine basarak bildirimleri açmayı unutmayın. Yorumlarda “bilgelik yaşta değil tecrübededir” yazarak düşüncelerinizi bizimle paylaşın.
Kablo düzeltildikten sonra Mehmet Dede motor kaputunu kapattı. “Şimdi deneyelim,” dedi. Kemal anahtarları uzatırken eli titriyordu. Mehmet Dede anahtarları alırken, “Teşekkür ederim oğlum,” dedi ve arabanın kapısına yaklaştı. Bu sefer kapı, akıllı anahtar sistemini tanıyarak açıldı. Kalabalığın arasından “Oh!” sesleri yükseldi. Arabaya oturduğunda Mehmet Dede’nin yüzünde nostaljik bir gülümseme belirdi. 1984 yılında Stuttgart’ta test ettiği Ferrari Testarosa’yı hatırladı. O da aynı böyle, İtalyan deri koltuklar, karbon fiber gösterge paneli her detayında mükemmellik taşıyordu. Ama bu LaFerrari, teknolojik olarak çok daha gelişmişti. Dokunmatik ekranlar, dijital göstergeler, sesli komut sistemi her şey vardı.
Start butonuna basmadan önce derin bir nefes aldı. İçinde eski günlerin heyecanı canlanıyordu. Almanya’da ilk kez Ferrari’nin direksiyonuna geçtiği o an kalbi nasıl çarpıyorsa, şimdi de aynı şekilde çarpıyordu. Butona bastı. Bir saniye sessizlik oldu. Sonra V12 motorun muhteşem sesi haykırdı. Hibrit sistemin elektrikli kısmı da devreye girdi ve toplam 950 beygir güç mükemmel bir senfoni gibi çalışmaya başladı. Kalabalık hayret içinde kaldı. Alkışlar yükselmeye başladı. Kemal ağzı açık, şokta bakıyordu. Mehmet Dede, motoru birkaç dakika çalıştırdıktan sonra gazı hafifçe arttırdı. Motorun sesi, boğazın üzerinde adeta bir müzik gibi yankılandı. Otelin diğer misafirleri bile balkona çıkmış, ne olduğunu merak ediyordu.
“İmkansız!” diye bağırdı Kemal. “Bu nasıl olabilir? Sen nasıl biliyorsun bunları?” Mehmet Dede, motoru kapatıp arabadan çıktı. “Oğlum, ben 1975 yılında Almanya’ya gittim. Stuttgart Mercedes fabrikasında çalıştım. Sonra Ferrari’nin servis merkezinde özel teknisyen olarak görev aldım. 40 yıl boyunca dünyanın en lüks arabalarını tamir ettim.” Bu açıklama kalabalığın tamamen susmasına neden oldu. Kemal’in arkadaşları şaşkın şaşkın birbirlerine bakıyordu. “Ama,” diye itiraz etti Kemal. “Şimdi niye böyle? Yani…” kelimelerini bulamıyordu.
Mehmet Dede, anlayışlı bir gülümsemeyle, “Niye fakir mi diyorsun? Oğlum, hayat bazen farklı oyunlar oynar. 1985’te babam hastalandı. Türkiye’ye döndüm. İstanbul’da tamirhanem vardı ama zamanla büyük servisler açıldı. Biz küçükler kapandık. Şimdi emekli maaşımla geçiniyorum.” Kalabalığın arasından bir kadın, “Peki niye söylemedin bunları?” diye sordu. Mehmet Dede, “Hanım, kimse sormadı ki. Ben de konuşmadım. Çünkü biliyordum ki söylesem bile inanmazlardı,” dedi.
Kemal yüzü kızarmıştı. Utancından nereye bakacağını bilemiyordu. Arkadaşları da aynı durumda sessizce bekliyorlardı. Mehmet Dede, anahtarları Kemal’e uzattı. “Al oğlum, arabanı. Ben sadece sana yardım etmek istedim.” Bu jest, Kemal’i daha da utandırdı. “Hayır!” diye bağırdı Kemal. “Sözüm söz. Araba senindir.” Ama Mehmet Dede başını salladı. “Oğlum, benim böyle bir arabaya ihtiyacım yok. Ben otobüsle, dolmuşla giderim, işimi hallederim. Sen bu arabayı kullan ama bir şeyi unutma.” “Neyi?” diye sordu Kemal. “İnsanları görünüşlerine göre yargılama. Her yaşlı adamda bir hazine vardır. Her fakir insanda bir hikaye vardır. Sen bugün benden değil, hayattan ders aldın.”
Bu sözler, kalabalığın kalbine dokundu. Çok sesler çıkmıyordu. Herkes düşünceli bakıyordu. Sosyal medyada canlı yayın yapanlar, yorumların nasıl değiştiğini görüyordu. İlk başta, “Yaşlı amca ne yapacak?” diye alay edenler, şimdi “Adam haklı, görünüşe aldanmayalım,” diye yazıyordu. Kemal, o gece evine döndüğünde hiç uyuyamadı. Yatak odasının balkonundan boğazı seyrederken Mehmet Dede’nin sözlerini düşünüyordu. O zamana kadar hayatında insanları hep maddi durumlarına göre değerlendirmişti. Fakir olanları küçümsemiş, zengin olanları kayırmıştı. Ama bugün, 70 yaşındaki bir emekli ona hayatın en büyük dersini vermişti.
Ertesi sabah Kemal, ofisine gittiğinde sekreteri Elif Hanım’a talimat verdi. “Mehmet Dede’yi bulun. Ben onunla konuşmak istiyorum.” Elif Hanım, “Efendim, hangi Mehmet Dede?” diye sordu. Kemal, dün gecenin hikayesini anlattı. Elif Hanım, “Anladım efendim. Hemen araştırayım,” dedi. O gün Kemal işine hiç odaklanamadı. Sürekli Mehmet Dede’yi düşünüyordu. Ofisindeki Ferrari posterlerine baktığında artık sadece hız ve güç görmüyordu. Aynı zamanda o arabaları yapan insanların emeklerini, bilgilerini, tecrübelerini görüyordu. Hayatında ilk kez zenginliğin sadece para olmadığını, gerçek zenginliğin bilgi, tecrübe ve karakter olduğunu anlıyordu.
Üç gün sonra Kemal Erdoğan’ın sekreteri Elif Hanım nihayet Mehmet Dede’yi bulmuştu. Yaşlı usta Üsküdar’da, Çamlıca tepelerinin eteklerindeki küçük bir apartman dairesinde yaşıyordu. Daire, skrom ama tertemizdi. Pencerelerinden boğazın muhteşem manzarası görünüyordu. Kemal o sabah Mercedes’i bırakıp taksiyle geldi. Kapıyı çaldığında Mehmet Dede’nin kızı Ayşe Hanım açtı. 30’lu yaşlarında güleryüzlü bir kadındı. Temizlik şirketinde çalışıyordu. “Siz kimsiniz?” diye sordu şaşkınlıkla. “Ben Kemal Erdoğan. Babanızla görüşmek istiyorum,” dedi. Kemal sesi alçak ve saygılıydı. Ayşe Hanım, babası Mehmet Dede’yi çağırdı.
Yaşlı usta çıkıp geldiğinde Kemal’i görünce şaşırdı ama yüzünde hoş bir gülümseme belirdi. “Oğlum hoş geldin. Buyur içeri.” Kemal eve girerken çevreye baktı. Duvarlar eski fotoğraflarla doluydu. Genç Mehmet’in Almanya’daki fotoğrafları, Mercedes fabrikasındaki iş arkadaşlarıyla çekilen kareler, Ferrari atölyesindeki anılar… Bir köşede eski alet çantası duruyordu. Hala bakımlı ve düzenli şekilde yerleştirilmiş aletleriyle. Ayşe Hanım, misafirlerine geleneksel Türk çayı ikram etti. İnce belli bardaklarda koyu kırmızı çay tütüyordu. Yanında lokum ve kurabiye tabağı vardı.
Kemal çayını yudumlarken, “Mehmet abi, ben size özür dilemeye geldim,” dedi. Sesi titriyordu. Gözlerinde pişmanlık vardı. “O gece size yaptıklarımdan dolayı çok utandım. Sizi tanımadan sadece görünüşünüze bakarak yargıladım.” Mehmet Dede elini Kemal’in omzuna koydu. “Oğlum, geçti gitti bunlar. Sen kötü bir insan değilsin. Sadece hayat sana farklı dersler vermişti. Şimdi yeni bir ders aldın. Bu daha önemli.” Bu sözler Kemal’in gözlerini yaşarttı. Hayatında ilk kez böylesine içten ve samimi bir bağışlanma yaşıyordu.
“Ama ben size bir şey daha önermeye geldim,” dedi Kemal. “Ben bir hayır kurumu kurmak istiyorum. Adı Bilgelik ve Tecrübe Vakfı olacak. Amacı yaşlı ustaların bilgilerini genç nesillere aktarmak. Siz bu vakfın başında olur musunuz?” Mehmet Dede ve kızı Ayşe, şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. “Oğlum, ben sadece emekli bir teknisyenim,” dedi Mehmet Dede. Kemal, “Hayır, siz çok daha fazlasısınız. Siz yaşayan bir kütüphanesiniz.”
Bir hafta sonra Kemal’in Maslak’taki gökdelenindeki ofisinde vakfın kuruluş toplantısı yapıldı. Mehmet Dede, hayatında ilk kez böylesine lüks bir ofise gelmişti. Cam duvarlardan İstanbul’un panoramik manzarası görünüyordu. Toplantı masasının başında otururken kendini rüyada gibi hissediyordu. Kemal, vakfın projelerini anlattı. “Yaşlı ustaları genç çıraklarla buluşturacağız. El sanatlarından teknolojiye, aşçılıktan makine mühendisliğine kadar her alanda.”
Ayşe Hanım babasına, “Baba, kabul et. Sen sadece kendine değil, hepimize faydalı olacaksın,” dedi. Mehmet Dede derin düşüncede kaldı. Sonunda, “Peki oğlum, kabul ediyorum ama bir şartım var,” dedi. Kemal merakla baktı. “Her şartınızı kabul ederim.” Mehmet Dede, gülümsedi. “Bu vakıfta hiç kimse görünüşüne göre değerlendirilmeyecek. Fakir olsun, zengin olsun, genç olsun, yaşlı olsun, herkes eşit muamele görecek.”
İki ay sonra Bilgelik ve Tecrübe Vakfı resmen kuruldu. İstanbul’un Beyoğlu semtinde eski bir han binası restore edilerek vakfa tahsis edildi. Binanın girişinde Osmanlıca ve modern Türkçe yazılarla “Her yaşta bilgelik vardır” yazan bir tabela asıldı. İlk etkinlik Geleneksel Türk El Sanatları Atölyesi’ydi. Mehmet Dede, Motor Teknolojisi kurslarına başlarken yanında halı dokuma ustası Fatma Hanım, bakırcılık ustası Ahmet Abi ve ebru sanatçısı Zeynep Hanım da kendi alanlarında dersler vermeye başladı.
Kursların ilk gününde Kemal de katılmıştı. Mehmet Dede’den hibrit araç teknolojisini öğrenirken aynı zamanda alçak gönüllülük dersi de alıyordu. “Oğlum,” dedi Mehmet Dede, “motor insana benzer. Ona saygı gösterirsen o da sana saygı gösterir. Ama kibir yapsan seni yolda bırakır.” Bu söz, sadece motor teknolojisi değil, hayat felsefesi dersi gibiydi.
Vakıf, kısa sürede İstanbul’un dört bir yanına yayıldı. Sosyal medyada “Bilgelik Vakfı” hashtag’i trend oldu. Ferrari hikayesi milyonlarca kez izlendi ve paylaşıldı. İnsanlar yaşlı komşularına, büyükanne ve büyükbabalarına farklı gözlerle bakmaya başladılar. Üsküdar’dan Kadıköy’e, Beyoğlu’ndan Fatih’e her semtte küçük atölyeler açılmaya başladı. Mehmet Dede’nin hayatı tamamen değişmişti. Artık her sabah Beyoğlu’ndaki vakfın binasına gidiyordu. Üzerinde temiz gömleği, pantolonu ve ayakkabıları vardı. Vakfın kendisine hediye ettiği kıyafetler.
Ama asıl değişen insanların ona bakışıydı. Artık fakir yaşlı adam olarak değil, bilge usta olarak görülüyordu. Bir gün vakfın ana salonunda genç mühendislerle hibrit araç teknolojisi üzerine ders verirken salon kapısından tanıdık bir yüz göründü. Giorgio Bianke, eski Stuttgart arkadaşı, İtalya’dan gelmişti. İki yaşlı arkadaş, 40 yıl sonra sarıldılar. Giorgio, “Seni aramıştım. İtalya’da Ferrari’nin yeni eğitim merkezi kuruluyor. Seni başdanışman olarak istiyorlar,” dedi.
Mehmet Dede, şaşkınlıkla baktı. “Goro, ben artık yaşlıyım.” Giorgio güldü. “Mehmet, bilgelik yaşla güçlenir, zayıflamaz.” Bu teklif, Mehmet Dede’yi zor durumda bırakmıştı. İtalya’ya gitmeyi çok istiyordu ama İstanbul’daki vakfı bırakmak da istemiyordu. Kemal, bu durumu öğrendiğinde, “Mehmet abi, gidin İtalya’ya. Vakıf burada devam eder. Siz de orada bilginizi paylaşın. Zaten vakfın amacı bu. Bilgiyi dünyaya yaymak,” dedi.
Son gece vakfın salonunda veda yemeği düzenlendi. İstanbul’un her semtinden gelen insanlar, Mehmet Dede’ye teşekkür etmek için gelmişlerdi. Masalarda geleneksel Türk yemekleri vardı. Kuzu tandır, pilav, dolma, baklava. Mehmet Dede ayağa kalkıp konuşmaya başladı. “Sevgili dostlarım, ben size çok şey öğrettiğimi sanıyordunuz
.
https://youtu.be/jK-kn6N61kM?si=lqldSKB9XWjktgCL
News
बच्चा गोद लेने पर महिला को ऑफिस से निकाल दिया लेकिन कुछ महीनों बाद वही महिला बनी कंपनी
बच्चा गोद लेने पर महिला को ऑफिस से निकाल दिया लेकिन कुछ महीनों बाद वही महिला बनी कंपनी . ….
फुटपाथ पर बैठे बुजुर्ग को पुलिस ने भगाया… लेकिन जब उनकी असलियत पता चली, पूरा थाना सलाम करने लगा!”
फुटपाथ पर बैठे बुजुर्ग को पुलिस ने भगाया… लेकिन जब उनकी असलियत पता चली, पूरा थाना सलाम करने लगा!” ….
Sad News for Bachchan family as Amitabh Bachchan Pass in critical condition at ICU at Hospital
Sad News for Bachchan family as Amitabh Bachchan Pass in critical condition at ICU at Hospital . . Amitabh Bachchan…
Salman Khan is in crictical Condition after admit to Hospital | Salman Khan Health Update
Salman Khan is in crictical Condition after admit to Hospital | Salman Khan Health Update . . Salman Khan Hospitalized…
Dipika Kakar is facing another setback as she battles liver cancer!
Dipika Kakar is facing another setback as she battles liver cancer! . . Dipika Kakar Faces Another Setback: Battling Liver…
Dipika Kakar’s husband Shoaib Ibrahim shared heartbreaking news about her Liver Cancer Side effect?
Dipika Kakar’s husband Shoaib Ibrahim shared heartbreaking news about her Liver Cancer Side effect? . . Dipika Kakar’s Brave Battle:…
End of content
No more pages to load