Hiç Kimse Japon Milyarderi Anlamadı — Ta Ki Fakir Bir Tamirci Japonca Konuşup Herkesi Şok Edene Dek

.
.
.

Hiç Kimse Japon Milyarderi Anlamadı — Ta Ki Fakir Bir Tamirci Japonca Konuşup Herkesi Şok Edene Dek

Bölüm I: Sessiz Bir Sabah ve Bozuk Bir Maybach

İstanbul’da Ekim ayı, gökyüzü gri bulutlarla kaplı, rüzgar hafifçe Maslak’ın geniş caddelerinde dolaşıyor. Mercedes’in prestijli showroomunda, sabahın erken saatlerinde alışılmadık bir hareketlilik var. Siyah bir Maybach S-Class, showroomun ortasında, etrafı takım elbiseli çalışanlar, çevirmenler ve tamircilerle çevrilmiş. Arabadan inen kadın, Yuki Tanaka, Japonya’nın en zengin kadınlarından biri. Elektrikli otomobil komponentleri üreten dev bir teknoloji şirketinin sahibi. Sekiz ülkede fabrikası, dört kıtada ofisi, binlerce çalışanı var. Ama o sabah İstanbul’da, bozuk arabasının yanında, yalnız ve çaresiz bir kadın gibi duruyor.

Yuki, 700.000 euro değerindeki arabasının yanında, endişeyle konuşuyor. Sadece Japonca biliyor. İngilizce ya da Türkçe konuşamıyor. Showroom’da Japonca bilen kimse yok. Çevirmenler bir şeyler anlamaya çalışıyor, Google Translate devreye giriyor, ama teknik terimler ve Japonca’nın nüansları kayboluyor. Herkesin yüzünde bir hayal kırıklığı. Müdür, teşhis uzmanları, tamirciler; herkes bir çıkış yolu arıyor, ama Yuki’nin söylediklerini kimse anlamıyor. Saatler geçiyor, Yuki başını ellerinin arasına alıp bekleme salonunda oturuyor. Japonya’daki asistanını aramaya çalışıyor, ama Tokyo’da gece yarısı. İstanbul’da Japonca tercüman bulmak imkansız. Herkes umutsuz.

Bölüm II: Atölyenin Arka Kapısından Gelen Mucize

Öğleden sonra güneş batmaya başladığında, atölyenin arka kapısından kirli tulumlu genç bir adam çıkıyor. Emre Yılmaz, Sarıyerli, 26 yaşında, ayda 3.000 lira kazanan bir tamirci. Yüzü yağ lekeleriyle kaplı, vardiyasının sonundaki yorgunluk gözlerinden okunuyor. Sadece dolabından anahtarını almaya gelmiş. Ama showroom’dan geçerken Japon kadını ve etrafındaki çaresizliği görüyor. Müdürün telefonda, “Japonca bilen birine acilen ihtiyacımız var,” dediğini duyuyor. Emre duraksıyor. Uzun bir süre kapıda duruyor. Sonra, üç yıldır yapmadığı bir şeyi yapıyor. Ağzını açıyor ve akıcı Japonca konuşuyor:

“Sumimasen, watashi wa nihongo o hanashimasu. Tasukeru koto ga dekimasu ka?”
(Özür dilerim, Japonca konuşuyorum. Yardım edebilir miyim?)

Showroom’da bir sessizlik oluyor. Herkes, müdür, teşhis uzmanları, servis çalışanları, hatta arabasını almaya bekleyen müşteri, kirli tulumlu genç tamirciye bir hayalet görmüş gibi bakıyor. Yuki, sekiz saattir kimseyle iletişim kuramayan kadın, başını kaldırıyor ve gözleri bir anda umutla doluyor. Japonca cevap veriyor.

Bölüm III: Emre’nin Hikayesi

Emre Yılmaz, Sarıyer’in arka sokaklarında, üç çocuklu fakir bir ailede büyümüş. Babası kaynak ustası, annesi temizlikçi. Lisede ortalama bir öğrenci; sosyal derslerden hoşlanmıyor, matematiğe ilgisiz ama dillerde yetenekli. İngilizceyi filmlerden, müzikten öğreniyor. Öğretmeni, filoloji okuması gerektiğini söylüyor ama üniversite için para yok. Babası ona bir oto tamirhanesinde staj ayarlıyor. Ayda 3.000 lira maaşla işe başlıyor.

İki yıl boyunca tamirhanede çalışıyor. Mesleği öğreniyor, iyi bir usta oluyor ama daha fazlasını istiyor. Farklı bir hayat hayal ediyor. Bir gün internetten Japonya’da otomotiv parçaları montajı için işçi arayan bir ilan görüyor. Çalışma vizesi, konaklama, makul maaş. 21 yaşında, kaybedecek bir şeyi yok. Ailesine Almanya’ya gittiğini söylüyor; Japonya’dan korkuyorlar, çok uzak, çok yabancı.

Tokyo’daki ilk yıl kabus gibi. Dört işçiyle küçük bir odada yaşıyor; Filipinli, Vietnamlı, Nepalli, Brezilyalı. Gürültülü bir fabrikada günde 12 saat çalışıyor. Asgari ücretle hayatta kalıyor. Ama Emre’nin dil yeteneği var. Japonca öğrenmeye başlıyor. Önce temel ifadeler, sonra el kitabı, Japon televizyonu, iş arkadaşlarının konuşmalarını dinleyerek. Bir yıl sonra dükkanda işlerini halletmek için yeterince konuşabiliyor. İki yıl sonra basit sohbetler, üç yıl sonra diğer işçilere patronların söylediklerini tercüme ediyor.

Ama sadece dili değil, kültürü de öğreniyor. Saygı, sabır, alçakgönüllülük, yüz kaybetmemek, doğru özür dilemek, minnettarlığı göstermek. Beş yıl sonra neredeyse akıcı Japonca konuşuyor. Karmaşık teknik talimatları anlıyor, Japon gazetelerini okuyor, Japon filmlerini altyazısız izliyor. Sonra bir gün Türkiye’den bir mesaj alıyor: Babası işte kaza geçirmiş, ona ihtiyaçları var. Emre Türkiye’ye dönüyor. Babası hayatta kalıyor ama artık çalışamıyor. Emre aileyi desteklemek için tamirhanede tekrar işe başlıyor. Japonya hakkında konuşmuyor. Hayat ona küçük, gri, perspektifsiz geliyor. Japonca, İstanbul’da işe yaramaz bir yetenek gibi.

Bölüm IV: Şansın Kapıyı Çalması

Yuki Tanaka’yı gördüğü o Ekim gününe kadar, Emre Japonca konuşmamış. Showroom’da Japonca konuşmaya başladığında, atmosfer değişiyor. Yuki hızlı konuşuyor, umutsuz. Emre dinliyor, başını sallıyor, bazen doğru anladığından emin olmak için sorular soruyor. Fabrikada öğrendiği resmi, saygılı Japonca ile konuşuyor. Servis müdürü yanında duruyor, bir şeyler olduğunu görüyor ama tek kelime anlamıyor.

On dakika sonra Emre müdüre dönüyor, Türkçe sakin bir şekilde sorunu anlatıyor:
“Problem pnömatik süspansiyon sisteminde, elektronikte değil, mekanikte. Borulardan birinde mikroskobik bir çatlak var. Bilgisayarlar tespit etmiyor çünkü sızıntı çok küçük. Ama Tanaka Hanım araba yüklendiğinde karakteristik bir ses duyuyor. Sistem yavaş yavaş basınç kaybediyor, ama süspansiyonun optimum çalışmaması için yeterli.”

Müdür ona bir kehanet gibi bakıyor. Nereden Japonca biliyorsun? Emre omuz silkiyor:
“Tokyo’da beş yıl yaşadım.”

Araba detaylı kontrol ediliyor, Emre Maybach’ın altına girip Yuki’nin bahsettiği boruyu buluyor. Gerçekten mikroskobik bir çatlak var. Parça Almanya’dan sipariş ediliyor, tamir iki gün sürecek. Yuki başını sallıyor, anlıyor ve Emre’ye bir teklifte bulunuyor:
“Bu iki gün boyunca tercümanım olur musun? İstanbul’da işlerimi halletmem için birine ihtiyacım var. Tabii ki ödeme yapacağım.”

Müdür izin veriyor. Böylece Emre Yılmaz’ın hayatındaki en tuhaf iki gün başlıyor.

Bölüm V: İki Günlük Mucize

Ertesi sabah, Emre en iyi kıyafetlerini giyip Conrad Otel’in önünde Yuki’yi bekliyor. Yuki, önceki günden daha kontrollü, bir imparatorluğa yön veren kadın gibi. Şoförlü kiralık arabayla İstanbul’u geziyorlar. Yuki iş toplantılarına katılıyor, Emre tercümanlık yapıyor. Maslak’taki bir iş merkezinde iki saat süren toplantıda Emre her kelimeyi tercüme ediyor; teknik terimler, finans, sözleşme koşulları. Beyni maksimum devirde çalışıyor, tek hata yapmıyor. Türkler ona hayranlık ve inanmazlıkla bakıyorlar.

Yuki toplantıdan sonra arabada ona dönüp soruyor:
“Çok iyisin. Sadece dilde değil, bağlamı anlamada, söylenmeyeni okumada. Bunu yapmayı nerede öğrendin?”

Emre dürüstçe cevap veriyor:
“Tokyo’da bir fabrikada çalıştım. En altta bir yabancıydım. Kelimelerden daha fazlasını anlamayı öğrenmek zorunda kaldım. İnsanları anlamak zorunda kaldım.”

Yuki başını sallıyor ve ona bir teklif sunuyor:
“Şirketim İstanbul’da bir ofis açıyor. Japonya ile iletişim için bir yöneticiye ihtiyacımız var. İki dili, iki kültürü bilen biri. Otomotiv teknolojisini anlayan biri. Maaş şimdi kazandığından on kat fazla olacak. Artı yanlar, gelişme perspektifleri.”

Emre şaşkın, cevap veremiyor. Yuki gülümsüyor:
“Şimdi cevap vermene gerek yok. Düşün. Ama teklif gerçek.”

Bölüm VI: Dönüm Noktası

Emre eve döndüğünde kafası binlerce düşünceyle dolu. 10 kat fazla maaş, tüm ailenin hayatını değiştirecek bir fırsat. Ama hazır mı? Uluslararası bir şirkette çalışabilir mi? Annesi bir şeylerin yolunda olmadığını fark ediyor, Emre anlatıyor. Japon kadın, araba, iş teklifi… Aile sessizce dinliyor. Babası, kazadan beri işe yaramaz hissettiği için suçlu, “Kabul etmelisin,” diyor. “Bu çoğu insanın asla alamayacağı bir şans. Japonya’da beş yıl geçirdin. Burada kimsenin bilmediği bir dili öğrendin. Boşuna değildi. Bu an için hazırlıktı.”

Ertesi gün Emre, Yuki’yi arıyor ve teklifi kabul ettiğini söylüyor. Bir koşul var: İki haftalığına Tokyo’ya uçması gerekiyor. Şirket merkezinde eğitim, ekiple tanışma, kurumsal yapıyı anlama. Emre kabul ediyor.

Bölüm VII: Tokyo’ya Dönüş ve Yeni Hayat

Tokyo’ya uçuş tuhaf bir deneyim. Emre üç yıldır Japonya’da olmamış. Uçak Narita’ya indiğinde, nostalji değil, daha derin bir şey hissediyor. Sanki bilmediği bir eve dönüyormuş gibi. Şirket merkezinde Yuki onu Japon yöneticilere tanıtıyor. Teknik, iş soruları soruluyor. Emre sakin, kesin cevaplar veriyor. Gözlerinde saygı ve inanmazlık var. İki hafta boyunca Emre, gerçek değerinin kelimeleri tercüme etmekte değil, kültürleri tercüme etmekte olduğunu anlıyor. Japon düşünce tarzı ile Türk arasında köprüler kurmakta.

Tokyo’daki son akşam Yuki onu özel bir restorana davet ediyor. Karşı karşıya oturuyorlar, Japonca konuşuyorlar; hayat, hayaller, geçtikleri yollar hakkında. Yuki kendi hikayesini anlatıyor: Hiçbir şeyden başlayıp, Japon iş dünyasının erkek egemenliğinde savaşarak, şirketi aile, arkadaşlık, sağlık pahasına kurmuş. Zirveye vardığında yalnız olduğunu fark etmiş. “Bu yüzden yurt dışında ofisler açıyorum. Sadece iş için değil, dünyayı görmek için, farklı gören insanlarla tanışmak için. Senin gibi insanlarla.”

Emre dinliyor ve hayatında ilk kez yolunun anlam kazandığını hissediyor.

Bölüm VIII: İstanbul’da Yeni Bir Hayat

Üç ay sonra Emre Yılmaz, Levent’te bir iş kulesinin 14. katındaki modern bir ofiste oturuyor. Panoramik pencerelerden tüm İstanbul’u görüyor. Doğduğu şehir ama şimdi farklı. Tamirhanesi uzakta, kirli tulumu takım elbiseye dönüşmüş. Ayda 3.000 lira, 40.000 liraya dönüşmüş. Ama en büyük değişiklik maddi değil. Hayatında ilk kez, öğrendiği her şeyi kullanan bir iş yapıyor. Dil, kültür, teknoloji, insanları anlama. Tanaka Industries’in İstanbul ofisi büyüyor. Emre Türk ekip ile Japon merkez arasındaki iletişimi yönetiyor. Sadece kelimeleri değil, niyetleri, korkuları, beklentileri tercüme ediyor.

Her cumartesi Sarıyer’de ailesine gidiyor. Borçları ödüyor, banyoyu yeniliyor, babasına iyi bir koltuk alıyor, kardeşlerine üniversite ve dil kursu ödüyor. Bunu yükümlülük duygusuyla değil, hatırladığı için yapıyor. Annesinin faturalar üzerinde ağladığını, babasının acıya rağmen çalıştığını, kardeşlerinin onun Japonya’ya gidebilmesi için ikinci el eşyalar aldığını hatırlıyor. Şimdi geri verebiliyor.

Bölüm IX: İki Dünya Arasında Köprü

Bir gün, işe başladıktan altı ay sonra Yuki İstanbul’a uçuyor. Türk Ekonomi Bakanı ile toplantısı var. Elektrikli komponent fabrikası inşaat projesi. Binlerce iş, milyonlarca euro yatırım. Emre toplantıda tercüman ve danışman olarak var. Yuki hükümetle şartları müzakere ederken yanında oturuyor. Ona nasıl saygıyla muamele ettiklerini, ama aynı zamanda belli bir çekingenlikle yaklaştıklarını görüyor. Ve sonra Emre, sadece tercüme etmek yerine açıklamaya başlıyor. Bağlam, motivasyonlar… Bu fabrika neden ekonomik ve sosyal olarak mantıklı? Japon çalışma kültürü Türk endüstrisini nasıl zenginleştirebilir? Yuki’nin yatırımı sadece para değil, uzun vadeli ortaklık.

Toplantıdan sonra bakan ona yaklaşıyor:
“Her iki perspektifi bu kadar iyi nereden anlıyorsunuz?”
Emre gülümsüyor:
“Her iki dünyada da yaşadım. Birinde en alttaydım, diğerinde ortada olmayı öğreniyorum. Bu okullarda öğretemeyeceğiniz bir perspektif veriyor.”

Proje onaylanıyor. Fabrikanın inşaatı bir yıl içinde başlayacak.

Bölüm X: Gerçek Değer

Yuki ofise dönerken sessiz. Emre bir şeyler düşündüğünü hissediyor ama sormuyor. Japonya’da sessizliğin kelimelerden daha fazla anlam ifade ettiğini öğrenmiş. Sonunda Yuki konuşuyor:
“Neden seni seçtiğimi biliyor musun? Japonca konuştuğun için mi?”
“Sadece değil. Çünkü showroom’a geldiğinde etkilemeye çalışmadın. Özel olduğunu söylemedin. Sadece yardım etmek istedin. Bu nadir, özellikle yaşadığım dünyada.”

Emre ne diyeceğini bilmiyor.
“Benim için çalışan çoğu insan bunu para, kariyer, prestij için yapıyor. Sen anlamlı gördüğün için yapıyorsun. Bu fark yaratıyor.”

Ve o zaman Emre anlıyor. Burada tesadüfen değil. Sadece şans değil. Her şey Tokyo’daki yıllar, fabrikadaki iş, Türkiye’ye dönüş, tamirhanedeki günler, her şey bu an içinmiş. İki dünya arasında köprü olmaya.

Bölüm XI: Sahnedeki Konuşma ve Son

Bir yıl sonra Emre Yılmaz, İstanbul’daki büyük bir konferans salonunun sahnesinde duruyor. Önünde 200 kişi: Türk girişimciler, Japon yatırımcılar, hükümet temsilcileri. Türkiye’deki Tanaka Industries fabrikasının açılışı. Sektördeki en büyük Japon yatırımı, binlerce iş yeri, milyonlarca euro. Yuki Japonca konuşuyor, Emre canlı tercüme yapıyor. Sadece kelimeleri değil, duyguları, niyetleri, kültürü aktarıyor. Sonra mikrofonu alıyor ve kendi hikayesini anlatıyor.

Türkiye’de perspektifi olmadığı için Tokyo’ya giden Sarıyer’den bir çocuk. Beş yıl fabrikada çalışan, dil öğrenen, yabancı bir kültürde yaşayan, geri dönen ve öğrendiği her şeyin boşa gideceğini düşünen, tesadüfün ya da kaderin ona kim olduğunu gösterme şansı verdiği güne kadar. Dil sadece kelimeler değil, anlayış, empati, uçurumların olduğu yerlerde köprüler inşa etmek.

Salon sessizce dinliyor. Her birimizin benzersiz bir şeyi var. Günlük hayatta işe yaramaz görünen bir şey. Ama bazen öğrendiğimiz her şey, neden olduğunu anlamasak bile bir anda anlam kazanıyor. Bir toplantıda her şeyi değiştiren bir konuşmada.

Konuşmadan sonra birçok insan ona geliyor. Hikayesinin ilham verdiğini söyleyen gençler, yolu için tebrik eden yaşlılar, onunla çalışmak isteyen girişimciler. Ama en önemli kişi Yuki Tanaka. Sonunda ona yaklaşıyor, gülümsüyor. Sadece gerçekten memnun olduğunda gösterdiği o nadir içten gülümseme.

“Teşekkür ederim,” diyor Japonca.
“Ne için?”
“O zaman orada olduğun için. Konuşmaktan korkmadığın için, tüm bunları inşa eden köprü olduğun için.”

Emre başını sallıyor.
“Ben inşa etmedim. Sen kararları verdin. Sen yatırım yaptın. Ben sadece tercüme ettim.”
“Hayır, bana ses verdin. Kimsenin beni duymadığı bir yerde. Bu sadece tercüme değil. Bu birinin anlaşılma olasılığını vermek. Birine yapabileceğin en önemli şey bu.”

Bölüm XII: Mucizeyi Yaşamak

İki yıl sonra, Emre Yılmaz hayatının tamamen değiştiğini görüyor. Tanaka Industries Europe’da uluslararası iletişim direktörü. Hayal ettiğinden fazla kazanıyor. İstanbul’un merkezinde modern bir dairede yaşıyor. Türkiye ile Japonya arasında düzenli seyahat ediyor. Ama en önemlisi, yerini bulmuş olması. Ne için yaratıldığını anlamış; tamirhanesi için değil, fabrikası için değil, dünyalar arasında bağlantı olmak için, insanların iletişim kurmasına yardım etmek için. Genç Türklerin Japonca öğrenmesine ve Japonya’ya gitmesine yardım eden bir vakıf kuruyor. Sadece dil değil, kültür bilgisiyle kariyer kurulabileceğini gösteriyor.

Hala her cumartesi Sarıyer’e gidiyor, annesiyle kebap yiyor, babasıyla politika ve spor konuşuyor. Çünkü biliyor ki, onlar olmadan, fedakarlıkları, destekleri, inançları olmadan buraya asla varamazdı.

Ve bir şey daha biliyor:
Bazen öğrendiğin her şey işe yaramaz, amaçsız, kaybolmuş görünse bile anını bekler. O an birinin sana ihtiyaç duyacağı an, eşsiz yeteneğinin iki dünya arasında köprü olacağı an. Ve o zaman her şeyin anlamı olur.

.